Dünyanın Oyunları

Oyun, insanın çocukluk çağından beri peşini bırakmayan ve aslında çocukluk dönemiyle sınırlandırılmaması gereken bir kültür unsurudur. Dünya hayatının bir oyundan ibaret olduğu hususu da bitmeyen bir oyun hâlinde olduğumuzun delilidir, fakat bu oyunda tek rakip yine insanın kendisidir.

Osmanlı zamanında da gerek çocukluk ve gerek yetişkinlik dönemleri için oynanan türlü ilginç, ayrıntılı, alengirli diye tabir edebileceğimiz oyunlar vardı. Bunlardan kimi günümüze ismini değiştirerek gelmiş, kimisi de zamandaki köşesine sinmiştir. Bugün bunları yeniden öğrendiğimiz eserler yine şairlerin edebî eserleridir. Oynamakla kalmayıp, bunları kaydeden Dîvân şâiri, şiirlerinde sosyal hayatı işlemiş, türlü ilgilerle bu oyunları anlatmıştır. Biz de bu ay çocukluğumuza, o bahar ikindilerine, o toplanılan yaz akşamlarına dönelim ve geçmiş çocukları, çocuklukları yâd edelim istedik.

“Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk! Hiçbir yere gitmiyor.” (Edip Cansever)

Türk kültüründe at motifi o kadar önemlidir ki çocuk oyunlarına da bu etki tesir eder. Büyüklerinin ağaçtan yaptıkları atlar onların hem hayâl gücünü zenginleştirmiş, hem de büyük kahramanlara özenmelerini sağlamıştır.

Osmanlı döneminde “gûy u çevgân” denilen oyun da büyükler tarafından atın üzerinde oynanırdı. Gûy, top; çevgân sopadır. Ellerindeki sopayla rakip kaleye top atmaya çalışırlar. Bu oyuna divan şiirinde çokça rastlarız. Tasavvufta çevgân Allah’ın ezelî iradesini, gûy da kulu ifade eder. Zira Allah ne isterse kul onu yapar.  Dîvân şiirinde gûy u çevgân oyununa bu beyiti örnek olarak verebiliriz:

“Şehsüvârum hâk olur hâk üzre cevlânun gören
Başını top eyler âhır elde çevgânun gören” (Mezâkî)

(Ey baş binicim! Senin toprak üzerinde dolaştığını gören toprak olur.
Sonra elde çevgânını gören de başını top eyler.)

Şâir bu beyitte, sevgilisi uğruna âşıkların başını feda edeceğini vurgular ve cevlân diyerek hem dolaşmaya, hem de oyunun toprak zeminde oynandığına vurgu yapar.

Zıll-ı hayâl veya hayâlbâz denilen oyun ise, bir perdenin arkasında yapılan gölge oyunudur. Toplumdaki tiplerin taklit edilmesiyle ortaya çıkmıştır. Görsel ziyaret oluşturan en güzel oyun ise kandil uçurmaktır. Özellikle Ramazan ayında cami şerefesine çıkıp aşağıya doğru bir ip sarkıtılır ve başka birisi tarafından ipin ucu tutulur. Arka arkaya aşağıya bırakılan kandiller, karanlık gecede sanki yıldız kayıyormuş gibi bir izlenim verir. Hatta bu eğlence o kadar beğenilir ki kandil uçuran kişiye biraz daha devam etmesi için bahşiş verilirdi.

Osmanlı devrinden günümüze kadar gelen oyunlardan bir başkası da “yâ dest” oyunudur. Bu oyun günümüzdeki ladestir. Kuş veya tavuğun çatal kemiğiyle oynandığını bildiğimiz bu oyunun eski manası “ey el” dir. Günümüzün ‘aklımda’ kelimesiyle birlikte ‘yâd (hatırlama)’ kelimesi kullanılırdı. Bu oyun Dîvân edebiyatında şiirlere de konu olmuştur:

“Şikest-i hâtır-ı murg-ı hümâyı yâd eyle
‘Izâm-ı gayr ile yâ dest tutma ey meh-veş” (Sâbit)

(Ey ay gibi olan sevgili! Hümâ kuşunun kırık gönlünü hatırlayıp başkasının kemiğiyle yâ dest tutma.)

Günümüzün popüler zekâ oyunlarından olan satranç, Osmanlı döneminin de rağbet gören oyunlarının başında gelirdi. Kelimenin kökeni hakkında farklı görüşler mevcuttur: satrançu (Çin dilinde),  sadreng (Hint dilinde) ve sadrenc (Arap dilinde).

Kabul gören görüşlerden biri Arap dilinden geldiği yönündedir. Arapça’da sad, yüz; renc ise sıkıntı demektir. Satrancı çok oynayan kişi çok sabrettiği için yüzünde sıkıntı ifadesi belirir.

Satrançın mucitleri noktasında üç ayrı rivâyet söylenegelir. İlk rivâyete göre satrancın mucidi Leclâc’tır ve iyi oyunculara da Leclâc denilirdi. İkinci bir rivâyete göre ise, satrancın mucidi İdris (as) peygamberdir. Bir başka rivâyette ise Hint hükümdarı Talmed’in adı geçer. Çinlilerle yapılan savaşta yenilip ölen Talmed’in annesi oğlunun ölümüne çok üzülür. Bunun üzerine Hint halkı arasında bulunan Sehvese bin Dâhir denilen âlim annenin üzüntüsü hafiflesin, kafası dağılsın diye satranç oyununu icâd eder.

Dîvân edebiyatında satrançla ilgili terimlere örnek olarak; bîsat (satrançın oynandığı örtü veya yaygı), şâh, ferzâne (vezir), kale (ruh), fil (pîl), at (feres, esb) ve beydâk (piyon) verilebilir.

Dîvan şiirinde sevgili şâh, âşık ise beydâktır.

Şiirlerde satranç oyununun geçişine örnek olarak şu beyiti verebiliriz:

“Gâfil olma key sakın şâhum bu lu’betbâz-ı çarh
At salup mât itdi dehrün nice ferzanesin” (Süheylî)

(Ey şahım! Sakın çok gafil olma!
Bu oyun oynayan (oyunbaz) felek dünyanın nice vezirini at salıp mat etti.)

Eski devir insanları sosyal hayattaki oyunu dahi çok naif bir biçimde şiirlerine konu etmiştir. Bu yüzyılda ise, bu inceliklerden öyle mahrumuz ki, değil bunları şiire konu etmek çocuğumuzla oturup oyun bile oynayamıyoruz. Oysa Peygamberimiz (asm) çocuklarla hatta eşleriyle bile oyun oynar, onların gönlünü hoş ederdi. Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî ise Emirdağ’da bazen yaya olarak, bazen de faytona binerek kıra çıktığında, 1-2 yaşından 10 yaşına kadar çocuklar onun peşinden koşarlar, etrafını sararlardı. Üstâd hemen durur, onlarla görüşür, konuşur, onlarla yakından ilgilenirdi. Çocuğu olmadığından onları manevî evlat olarak kabul eder, duasının içine alır, her sabah diğer talebeleriyle birlikte bu çocukları da dualarında andığını ifade ederdi.

Dünya hayatını bir oyun yeri gibi görüp bu oyunda hataya düşmemekse mü’minin bir numaralı vazifesidir. Zatınıza hoşça bakın.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*