Hayatımızdaki tercihler: Helâller ve haramlar – 1

Hayat kitabımız olan Kur’ân-ı Kerîm bir kurallar bütünüdür. Bu kuralları ise dinin sahibi Şâri’ koyar. Şari’ ikiye ayrılır; hakikî şari’, mecazi şari’. Hakiki Şari’ Cenab-ı Hak’tır. Peygamber Efendimiz (asm) ise mecazi şari’dir. Yani Peygamberimiz (asm) de kural koyucudur, fakat bunu nefsinden değil Cenab-ı Hak’tan gelen emirle yapar.

Nitekim âyet-i kerîmede: “O, hevasına göre konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir“ (Necm 3-4) buyrulur. Bu âyet bu anlamda Peygamberimizin kural koyuculuğuna da delalet etmektedir.

Ayrıca Allah, kural koyucunun kendisi olduğunu ve bunun dışındaki kişilerin din adına böyle bir şeye kalkıştıklarında kurtuluşa eremeyeceğini şu âyetle belirtmiştir: “Dillerinin uydurduğu yalana dayanarak ‘bu helâldir, bu haramdır’ demeyin. Çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş oluyorsunuz. Kuşkusuz Allah’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.” (Nahl, 116. benzeri âyetler için bkz. Araf, 32-33; Yunus, 59-60)

Dinimiz, bir bütün olarak hayatın her tarafına hitap etmekte, bizi başıboş bırakmamaktadır. Dinî kavramlarımızı oluşturmada aklen hüküm koymaya yetecek kuvvet bizde olmadığı için, bunlar şeriat tarafından ortaya konulmuştur. Bunların başında helâl-haram kavramları gelmektedir. Kur’ân-ı Kerîm ve sünnet bu konuda bize ışık tutmaktadır. Mesela haram, sözlükte “yasak, memnu” anlamlarına gelmekle beraber, dinî bir terim olarak, “kesin bir delille, açık bir şekilde yapılmaması istenen fiil”dir. Bunun karşıtı olarak helâl ise, dinen yapılması veya yenilip içilmesi yasaklanmayan serbest bırakılmış şey demektir. Cenab-ı Hakk’ın veya elçisi Resulullah’ın (asm) bir şeyin helâl olduğunu belirtmesi veya işlenmesinde günah olmadığını bildirmesi o şeyin helâl olduğunu göstermesi bakımından yeterlidir. Keza o şeyin haramlığına dair bir delil yoksa da helâldir. Meşru, caiz, mübah tabirleri de bu anlamda kullanılır. Çünkü İslâm fıkhında yer alan ve Mecelle kaidelerinden biri olan “eşyada aslolan mubah olmasıdır” kaidesi önem arz etmektedir. Helâller saymakla bitirilemez, ama haramlar bellidir. Fıkıh ilminde bunlara oldukça yer verilmiştir. Bir hadis-i şerifte, “Şüphesiz ki helâl belli, haram da bellidir. Bu ikisi arasında çok kimselerin bilmedikleri şüpheli şeyler vardır. Her kim şüpheli şeylerden korunursa, dinini ve namusunu korumaya talip olmuş demektir” (Buharî, İman 39, Büyû 2; Müslim, Müsakat 107) buyrulmaktadır.

Belirtilen haram ve helâllere uymak, çizilen sınırlar dışına çıkmamak ise farzdır. Farz, dinî literatürde Allah ve Resulü tarafından kat’i bir delille emredilen fiil ve amel demektir. Farzlar, Kur’ân ve mütevatir sünnetle kesin sabit olan nasla, açık bir şekilde emredilen işlerdir. Farzı kabul etmeyen dinden çıkar ve yapılmaması hâlinde cezaya müstahak olur. Hanefîler dışındaki âlimler ‘farz’la ‘vacip’ ayrımı yapmamakla birlikte Hanefîler böyle bir ayrıma gitmiş, vacip için zannî delillerle sabit olan hükümleri kastetmişlerdir. Yani farz kadar kesin delillere sahip olmaması noktasında ayrım yapmışlardır.

Farzları yaparken ihtiyaç, meşakkat, zaruret gibi özürler göz önüne alındığında, yalnız bu geçici durumlar için hafifletilmiş hükümler uygulanabilir. Bu gibi hükümlere ise ruhsat adı verilir. Mesela hasta veya yolcu için Ramazan’da oruç tutmayıp daha sonra kaza edilmesine müsaade edilmesi gibi. Bunun karşıtı azimet kavramı ise, herkesi ilgilendiren ve tabiî hallerinde mükelleflerin hepsinin uymak zorunda olduğu hükümlerdir. Ancak, zaruret durumunda azimeti bırakıp ruhsatı tercih etmeye müsaade edilmiştir. 27. Söz’de İçtihad Bahsi’nde ise zaruretin haram yoluyla olması hâlinde, zaruretin haramı helâl etmeyeceği de belirtilmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm’de azimet noktasında helâl ve haram konusu üzerinde sıkça durmuştur: “Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helâl ve temiz olanlarından yiyin, şeytanın peşine düşmeyin; zira şeytan sizin açık bir düşmanınızdır.” (Bakara, 168) Diğer bir âyet-i kerîmede ise “Kendileri için nelerin helâl kılındığını sana soruyorlar; de ki: Bütün iyi ve temiz şeyler size helâl kılınmıştır.” (Maide 4) diye ifade edilmiştir. Helâl ve haram kılınma mevzuu sadece aklen anlaşılabilecek bir durum değildir. Burada kelamcıların hüsün-kubuh tartışması ortaya çıkmış ve kelamî mezheplerin farklılığını oluşturan söylemler meydana getirmelerine sebep olmuştur. Söz gelimi Mutezile ekolu haramlığın veya helâlliğin akılla anlaşılabileceğini savunmuş, hüsün-kubuh mevzuunda, “bir şey zatında iyi veya kötüdür, Cenab- ı Hak onu o çirkinliği yüzünden haram kılar” diyerek haram veya helâl kılınma konusunda o şeyin zatını sebep göstermişlerdir. Fakat Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat demiştir ki, “bir şeyi Cenab-ı Hak haram kılar, çirkin olur.” Malûmunuz domuz eti haramdır. Mutezile der ki, domuz pis bir hayvan olduğu için Cenab-ı Hak onu haram kılmıştır. Ehl-i Sünnet der ki, “Allah haram kıldı o yüzden bizim için pis, eti yenmez oldu.” Demek Ehl-i Sünnet anlayışında aklın üzerinde hikmetler koyan Cenab-ı Hakk’ın bir şeyi haram ve helâl kılması, sebep yokken bile yeterlidir.

Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur’un muhtelif yerlerinde, “Helâl dairesi geniştir keyfe kâfi gelir. Harama girmeye lüzum yoktur” buyurmaktadır. Bu söylem çok doğru ve mânidardır. Harama girmek lüzumu aslında yoktur, çünkü helâller haramlardan daha geniş ve nefse hitap edip onu memnun edecek tarzda emredilmiştir. Misal olarak, müzik konusunda harama girmeye lüzum yoktur. Bunun helâl kısmı keyfe kâfidir. ‘Helâl kısmı nedir, haram kısmı nedir?’ diye sorulursa, Risale-i Nur’da Lemaat kısmında bunun cevabına rastlamaktayız. Hüzn-ü yetimî ve şevk-i nefsanî vermiyorsa, şehevanî hissiyatı uyandırmıyorsa bu müzik helâldir. Ve bulunduğumuz zaman itibariyle bu tarz helâl müzikler oldukça fazladır. Binaenaleyh, harama girip, emir dairesinden çıkmaya lüzum yoktur. Çünkü haram dairesindeki lezzetlerin pek çok elim elemleri olduğunu ve zehirli bir bal hükmüne geçtiğini Risale-i Nur bize haber vermektedir.

Kur’ân’ın emirlerine imtisal etmek, haram-helâl düsturlarına riâyet etmek her Müslüman’ın, bilhassa azimetle amel etmeye memur olan Risale-i Nur talebelerinin şiarı olmalıdır. Üstad Hazretleri Sahabe Bahsi’nde onlara mertebe olarak neden yetişilemeyeceğini anlatırken ikinci neden olarak da, onların zamanlarında hayır ve şerrin ayrı dükkânlarda satıldığından bahsetmektedir. Günümüzde ise aynı tezgâhta satılıyor. Böyle bir asırda, hele ki ahir zamanın ahirinde, etrafımızı şüpheli şeylerin sardığı bir vakitte haram-helâl farkındalığına duyulan ihtiyaç oldukça fazladır. Bu emirlere riâyet, kişinin şahsiyet oluşumunu tamamlamaktadır. Hz. Ömer’in şu sözü çok mânidardır: “Bir kimsenin sadece kıldığı namaza, tuttuğu oruca bakmayınız; konuştuğunda doğru söylüyor mu, kendisine bir şey emanet edildiğinde riâyet ediyor mu, dünya ile meşgul olurken haram-helâl  gözetiyor mu, ona bakınız“ demiştir.

Manevî rehberler olarak nitelendirebileceğimiz şahsiyetlere baktığımızda, bu dengenin muhafazasına çalışmışlar, şüpheli şeylerden uzak durmuşlardır. Hatta kişiye gelen feyizlerin, manevî gıdaların haram-helâlle ilişkisini kurmuşlardır. Meselâ Hz. Mevlana’nın bu hususla âlâkalı şöyle bir tespiti vardır: “Bu seher benden ilham kesildi. Anladım ki vücuduma şüpheli birkaç lokma girdi. Bilgi de hikmet de helâl lokmadan doğar. Eğer bir lokmadan gaflet meydana gelirse, bil ki o lokma şüpheli veya haramdır.”

Abdulkadir Geylani hazretleri de bizleri şöyle ikaz etmiştir: “Haram yemek kalbi öldürür, helâl yemek ise ihya eder. Lokma var seni dünya ile lokma var seni ahiret ile meşgul eder.”

Müslüman bireylerin, ağızlarından giren lokmanın haram mı helâl mi olduğuna dikkat etmeleri gerektiği gibi, hayâline gelen hatıraların, gözünün fotoğrafladığı görüntülerin, zaman harcadığı şeylerin dahi helâl mi, haram mı olduğuna dikkat etmesi elzemdir.

(Ağzımıza giren lokmaların helâlliği-haramlığı mevzusunu, bu ay yazımıza sığmadığından, inşaallah bir sonraki ay Kur’ân ve hadis ışığında ele almaya çalışalım.)

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*