Önüm arkam, helâl haram, sobe!

Merhaba! Sizinle helâl yaşamak üzerine birkaç kelâm etmeye geldim. Helâlin-haramın, iyinin-kötünün aynı tezgâhta satıldığı ahir zaman ümmeti olmak kolay değil.

Peki, helâl yaşamak deyince aklımıza sadece yediklerimiz, içtiklerimiz mi geliyor? Dikkat etmeye çalıştığımız sürece, her aldığımız ürünün içeriğini okumak, sertifikası var mı diye araştırmak, oturduğumuz bir restoranda “Pardon etinizin, tavuğunuzun markası nedir acaba?” demek kendimizi iyi mi hissettiriyor veya yeteri kadar dikkat ettiğimizi düşünerek kendimizle gurur mu duyuyoruz?

Muhtemelen çoğumuz için durum bu şekilde işliyor, fakat iş sandığımız kadar basit değil. Yemenin içmenin yanı sıra helâl-haram hassasiyetiyle bir şeylere bakmak, dinlemek de birçoğumuz için tamam. Peki ya, insanoğlunun yaratılışı itibariyle binler çeşit duyguları, hisleri, kuvvelerinin helâl-haram ayrımları? Bizim için çok önemli olan, fakat dikkat etmediğimiz bir mesele belki de. Mesela siz hiç sevdiniz mi? Âşık oldunuz mu? Öfkelendiniz mi? Hırslandınız mı? Ya arada inat damarınız tuttu mu? Peki, nefret ettiniz mi? Kıskançlığa ne demeli? Bu sorular uzar gider ve hepsinin tek bir cevabı vardır;  “E insanız kardeşim, herhaldeee.” Madem öyle, bize yaratılışımızla beraber verilen tüm bu duyguların ve hissiyatların da helâl ve haramı vardır.

Bu öyle sandığımız gibi az sevmek ya da abartılı sevmek, kıskanmak, ama bunaltmamak, kötüden, nefsimize hoş gelmeyenden nefret etmek, ama diğerlerini sevmek gibi bir şey değil elbette. Biz inanan insanlar biliyoruz ki, bize verilen her şey Cenab-ı Hakk’ı bulmak ve onun yolunda kullanmak adına verilmiştir. Sadece dünya için kullanıldığı takdirde, ahiretimizi düşünmeden hareket ediyor ve bir tarla hükmünde olan dünya âlemini adeta ekip biçmeden kurak bırakıyoruz demektir. Mal, mülk gibi maddî şeylerin yanı sıra duygularımızı, hissiyatlarımızı da Yaratıcımızın rızası dâhilinde kullanmak gerekir, ki amacına hizmet edebilsin.

Bu manevî teçhizatımızı kullanmak ile âlâkalı, Üstad Bediüzzaman Hazretleri 9. Mektup’ta şöyle der; “Evet dünyaya ait işler, kırılmaya mahkûm şişeler hükmündedir; bâki umûr-u uhreviye ise gayet sağlam elmaslar kıymetindedir. İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inatlı talep ve hâkeza şedit hissiyatlar, umûr-u uhreviyeyi kazanmak için verilmiştir. O hissiyatı, şiddetli bir surette fâni umûr-u dünyeviyeye tevcih etmek, fâni ve kırılacak şişelere, bâki elmas fiyatlarını vermek demektir.”

“Peki, bunu nasıl başaracağız?” dediğinizi duyar gibiyim. Üstad Hazretleri yine 9. Mektup’ta, insanda bulunan tüm hissiyatların mecazî ve hakikî olmak üzere iki yönünün olduğunu, ahireti kazanmak için yönlendirildiği takdirde mecazîden hakikîye dönüşeceğini söyler. Mesela aşk için örnek vermek gerekirse; fanî şeylere yöneldiği, haram şekilde kullanıldığı vakit, aşk kendi sahibini acı içinde, azap içinde bırakır, çünkü beklediği karşılığı hiçbir zaman bulamaz. Kalbin merkezi, sadece sahibi olan Yaratıcıyı almak ve onu sevmek için verilmiştir. Bir kalpte haram sevmek var olduğu sürece, tam anlamıyla Yaratıcının sevgisi var olmaz ve yaratılışına ters kullanmanın neticesini ıstırapla öder. Üstad Hazretleri, Sözler eserinde der ki: “Gayr-i meşrû bir muhabbetin neticesi, merhametsiz azap çekmektir.” Bu kaide sırrınca, helâl dairedeki muhabbetin, Cenab-ı Hakk’a, onun esmalarına ve sıfatlarına ait olduğu, nefse ait muhabbetler olmadığıdır. Fakat bu demek değildir ki, kimseyi sevmeyeceğiz, belki de tüm yaratılmışlarda bulunan Yaratıcının mühürlerini okuyup görebilmek, onları asıl sevmektir. Böylelikle bu duyguların meşru bir sevmek olduğunu da anlayabiliriz.

O sınırsız sevmeklerin bir kısmı bize “Allahaısmarladık” demeyip, arkasını çevirip, bırakıp gidiyor. Bir kısmı bizi tanımıyor, tanısa da sevmiyor, sevse de bir fayda vermiyor; daima ayrılıklardan ve ümitsiz, dönmemek üzere olan zevâllerden azap çekiyoruz. Kısaca Cenab-ı Hak yolunda kullanılmayan tüm duygulara zehirli duygular diyebiliriz. Bu zehirli duygular ahiretimizi mahvetmekle birlikte dünyamızda da bize hiçbir zaman fayda sağlamazlar. Ve unutmamak gerekir ki, kâinatta her şey bir denge üzerine inşa edilmiştir ve yine her şeyde olduğu gibi duygularda da ifrat ve tefrit vardır. Fıtrata aykırı tavır sergilemenin kişiyi ve toplumu kaosa sürüklediği de bir gerçektir. Efendimizin (asm), “Aşırıya gidenler hep helâk oldular, mahvoldular” demesinin altında yatan mânâ da duyguların ifrat ve tefrit yerine dengede olması gereğidir. Aynı şekilde duyguların hafif olanını dünya işleri için, şiddetli olanını ise ahiretimiz için kullanmak gerekir, yani duyguları dengede kullanmak demek, fıtrata uygun kullanmak demektir. İşte tüm duyguların, hatta kötü olduğunu düşündüğümüz hırs, kıskançlık, hasedin bile vasatta kullanımı, bizlere ahiretimizi kazanmak noktasında yardımcı olur.

İbadet etmede hırs gösterme, inat etme; manevî makamları kıskanıp daha çok gayret etme ve bunun gibi şekillerde duygularımızı kullanmakla hakikîye olana yönlendirmek önemlidir. Yani fıtratımızı değiştirmek ve bu duyguları yok saymak yerine, yönlerini değiştirerek helâl yolda kullanmak bizlerin elindedir.

 

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*