Aşk, şiddetli bir muhabbettir ve hiçbir aşk aslında ilk görüşte aşk değildir. Aşk mertebesine çıkana kadar, geçmesi gereken bir süreç, pişmesi gereken bir süre vardır. Aşk, kasıp kavuran bir ateştir ve bu kadar şiddetli bir ateş ilk anda sadece bir kıvılcımdır.
Aşkın ilk kıvılcımı da meyildir, her aşk ilk önce meyletmek ile başlar, aşka giden yol, işte bu meyil kıvılcımı ile başlar. Onun daha geçeceği bir sürü mertebe, uğrayacağı bir sürü menzil vardır.
Meyil dediğimiz şey, ihtiyar ile bağlı bir şeydir ve kontrol edilebilme ihtimali vardır, bu yönüyle aslında aşka giden yol o kadar da ihtiyarımızı elden alan bir şey değildir, nereye varacağımızı bu meyil ile kendimiz tespit edebiliriz. İhtiyarımızı hasretmemiz neticesinde bu meyil zamanla şiddetlenir ve yavaş yavaş ya da fıtrata göre hızlıca, ihtiyaç dediğimiz mertebeye geçer. Kıvılcım dediğimiz şey bu evrede kalbimizin avuç içine sığabilecek büyüklükte ufak bir alev parçasına inkılâp etmiştir. Cayır cayır yakmasa da ısıtmaya başlamıştır ve sıcaklığı yüzümüzü okşayacak kıvama gelmiştir.
İhtiyaç, meylettiğimiz şeye bağlanmaya başlamanın ilk evresidir, meylettiğimiz şeyi aramaya başlamaktır, onun lüzumunu hissetmektir. Dilimizden şu cümlelerin dökülmeye başladığı evredir; “Gözüm, gönlüm meylettiğimi arıyor.” Ama hâlâ kasıp kavurmaya başlamamıştır bu his, ihtiyaç biraz daha şiddetlenmeye başlayınca, o da yeni bir mertebeye, aşka giden yolda yeni bir istasyona ulaşır. Bu yeni mertebenin, bu ara durağın adı da iştiyaktır. Kalbimizin avuç içine sığan o ufak alev parçası artık kontrol edilemez hâle gelmiştir. Sıcaklığı da yüzümüzü okşayan tatlı bir sıcaklık olmaktan çıkmıştır ve pişirme evresine geçmiştir o alev parçası, kalbimizin avuç içini yakmaya ve kalbimizi sarmaya başlamıştır.
İştiyak evresi, kontrol edilemeyen bir ihtiyaçtır, ekmeğe duyulan açlık gibi bir ihtiyaç değildir, onun adı bundan böyle tiryakiliktir, bağımlılık olmuştur. İşte bu nokta aslında dönülmez noktadır. İhtiyarımızın elden çıktığı kısım da burasıdır. İhtiyaç denilen şey yalnızca yarar getiren şeye karşı hissedilir, oysa iştiyak öyle mi, zarar dahi verecek olsa meylettiğimizi aramaktır, vazgeçememektir. Bu süreçte dilimizden dökülen cümle şudur; “Meylettiğim olmadan yapamıyorum.”
Peki ya sonraki evre, ardımıza bakmayı bırakıp ilerilerde bir çıkış yolu aradığımız evrede hangi istasyona doğru gideriz, hangi mertebeye uğrarız? İşte iştiyaktan sonra gelen mertebe, muhabbet mertebesi, belki de yol üstündeki en güzel istasyon, piştiğimizi hissettiğimiz evre, yanmaktan lezzet aldığımız süreç, aşka varışın kesinleşmeye başladığı noktamızdır. İştiyakın da şiddetlenmesi neticesinde vardığımız bu aşama bambaşka bir boyuttur, bizi yakan ateş iyice kalbimizi sarmış, vücuda yayılmaya başlamıştır, kalbimizin yerini bir kor parçası almıştır. Bizi bilenlerin bu ateşle bildiği evredir muhabbet evresi. İçimizdeki o yangın bizim yaşama kaynağımız olmuştur çünkü. Bu evrede meylettiğimizle yaşarız, meylettiğimize benzemeye çalışırız ve onu razı etmeye çabalarız. Bu evrede kuracağımız cümle şu olsa gerektir: “İçimde söndürmeye çalıştıkça şiddetlenen bir ateş var.”
“Bundan ötesi var mıdır?” diye düşünmek yanlış, yanmanın sonu olmaz, tabiî ki de bundan daha şiddetli bir evresi vardır bu yolculuğun, ki o da meşhur evre olan aşk evresidir. Bu seyahate çıkmanın gayesi olan istasyon, varılmak istenen nihayet noktadır.
Muhabbetin katlanarak artması neticesinde ulaştığımız bu evre, pişmeyi geçip yandığımız hem de cayır cayır yandığımız evredir. Kıvılcımla başlayıp, ufak bir aleve inkılâp eden, sonra bizi pişirip cesedimizi saran ateş, hem kalbimizi, hem de bizi tamamen pişirmiş ve yandıkça yanan bir kor parçasına çevirmiştir. Sadece kendimizi yakmakla kalmayıp çevremizi de ısıtmaya başladığımız, yekpare ateşe dönüştüğümüz evredir bu evre. Bu aşamada şu cümleyi kurmamız muhtemeldir; “İçi beni, dışı sizi yakar.”
Bu evrede kalacağımızı zannederiz, artık sona vardık, diye düşünürüz. Fakat o kadar da kolay değildir bu yolculuk, bu istasyonda yolculuk bitti zannederken seyahat devam eder, elimiz kolumuz bağlı şekilde sevk edilmeye başlarız daha ilerideki ebedî bir evreye. Aşkın şiddetlenip katlanması neticesinde cezbe evresine geçeriz.
Cezbe evresi, adından da anlaşılacağı üzere, meylettiğimiz şeyden kopamadığımız, çekim kuvveti neticesinde meylettiğimizin yörüngesinde dönmeye başladığımız evredir. Ateşin pervaneyi cezb ettiği gibi, güneşin seyyareleri cezb ettiği gibi, yanmaktan hâsıl olan hararetin netice verdiği evredir. Bu öyle bir yanma evresidir ki, kıvılcım olarak başlayan şey o kadar şiddetli bir ateşe inkılâp etmiştir ki, çevresinden harareti çekip alan, ateşin en şiddetli mertebesine gelmiştir. Çevresini dondurup bütün harareti çektiği hâlde yanmaya doyulmayan evredir ve bunun da nihayeti yoktur. Bu evrenin neticesi Nâr’dan Nur’a inkılâp etmektir. Bu evrede kurulabilecek bir cümle yoktur. Söylenecek bir söz de kalmamıştır.
İşte meyil ile başlayan bu seyahat, bu kadar zor ve tehlikelidir. Bu derece sıkıntı çektiğimiz ve bizi zorlayan bir yolun, verdiği neticeye ve en başta meylettiğimiz şeye değmesi gerekir. Eğer meylettiğimiz şey bakî, ebedî değilse, bu derece yanmaya değmez. Yanacaksak eğer yandığımıza değmeli, öyle ise bakî olana meyletmeli. Fani olanlar uğruna çekilecek sıkıntı değil bu sıkıntı, bakî olanı sevmeli. Ebedî olmayanları da ancak O’na (cc) bakan veçhesi ile sevmeli. Yoksa bu yanmakta bir fayda yok, bu yolculukta bir saadet yoktur.
İlk yorumu siz yazın