İnsan kendini seyretmeyi, beğendirmeyi seven bir mahlûktur ve ayna karşısında uzun vakitler harcar. Sabah uyanır, yüzünü yıkar, aynaya bakar. Evden çıkmadan kendine çeki düzen verir, sokağa öyle çıkar. Sonrasında dikiz aynası, cep aynası, vitrin camları, telefon ekranları… Gün içerisinde hep hoş ve düzgün görünmek isteriz. İnsanoğlunun kendine olan bu düşkünlüğü antik çağlardan günümüze kadar süregelmiştir.
İnsanlığın ilk aynası sudur. Uçsuz bucaksız bir denize düşen kızıl güneşin aksi birden masmavi denizi ateş deryası yapar. İnsan da suya düşen aksinde kendini seyredip büyülenir. Eğer Narkisos suda suretini seyretmeseydi kendine âşık olup yine o suda boğulmayacaktı. ‘Yıllar yılı dost bildiğimiz aynalar’ın belki de düşman görünmesinin bir yeri vardı. Oysa mutasavvıf şairler Allah’ın tecellisinin aynaya yansıdığını düşünmüş ve hep Allah’ın güzelliklerini görmüşlerdir. Allah âşıkları nereye bakarlarsa Allah’ın yarattıklarının güzelliği karşısında hayran olurlar. O hâlde aynaya baktığında eşref-i mahlûkat olarak kendini gören insan, Allah’ın yüceliği karşısında acizliğini anlayacaktır. Edebiyatta masallarda, efsanelerde, şiirlerde ayna motifi sıklıkla kullanılır. Biz de köşemize taşımak istedik ki, bu tecellinin idrâkinde olalım.
Ayna ya da ayna işlevi gören su, göz bebeği, cam gibi yansıtıcı özelliği bulunan şeyler insanın kendini seyredebilmesi için bir araç vazifesi görür ve dolayısıyla insan hayatında önemli bir yere sahiptir. Edebiyatımızda gerek gerçek, gerekse mecâzî mânâda çokça kullanılmıştır.
Ayna insanın kendini seyretmesine vasıta olur. Şair Nedîm;
“Niçin sık sık bakarsın öyle mir’ât-ı mücellâya
Yoksa sen dahî kendi hüsnüne hayrân mısın kâfir” der.
Bu gerçek anlamında kullanımına örnektir, yani “Ey sevgili, niçin o parlak aynaya sık sık bakarsın, yoksa sen de mi kendi güzelliğine hayrânsın?” demekte, bu noktada aynanın insanın kendini beğenmesi husûsuna değinmektedir.
Dikkat edilmesi gereken, bu güzelliğin kaynağını düşünüp, kendi cemâline bakarken bile O’nun cemâlinden bir nişan olduğunu bilmektir.
Aynaya bakıldıkça görünen, insanın kendi sûreti olmakla birlikte, kendi sûretinde yâri görenler de vardır. 18. asrın şairi Şeyh Gâlib; “Âyîneye baksam görünür sûret-i yâr” diyerek kendi cisminde O’nu gizlemiş ve seyrettiği artık O olmuştur.
Denilir ki kâinât Allah’ın tecellîgâhıdır ve daima O’nun güzelliğini yansıtan bir aynadır. Öyleyse insanın bu aynaya her baktığında göreceği kendi yüzü, fakat seyredeceği doyumu olmayan O’nun güzelliğidir. Yine denilir ki, insan gönlü de aynadır ve bizi O’ndan uzaklaştıran, O’ndan gayrı her şey -buna mâsivâ denir- bu aynaya değmiş tozlardır, buna da “gubâr” denir. Fakat her zaman bu aynada güzellik görülmez, bu gördüğü hâşâ O’nun güzelliğinden bir şey kaybettiğini göstermez. Bu aynaya bir toz değdiğinin göstergesidir, zira insan kendine karşı da pek zâlimdir ve nefsine uyar.
Allah insanı bir ayna olarak yaratmış, onda Zâtının güzelliğini seyretmiştir. Şairler gönlün bir ayna olması ilgisiyle şiirler söylemişlerdir. Onlardan biri de şudur:
“İki cihânın mebde’i bir kalb içinde gizlidir
Âyîne-i dîdâr olur âşıkların gönülleri”
Seyyid Osman Hulûsî, iki dünyanın (bundan maksad dünya ve âhiret hayâtıdır) kaynağı bir kalbin içinde gizlidir, âşıkların (bunda işâret edilen Hak âşıklarıdır) gönülleri sevgilinin (bu Allah’tır) aynasıdır, demiştir. Gönül Allah’ın evidir, Allah yerlere ve göklere sığamamış, kulunun gönlüne sığmıştır. Aynı gönül için O’nun yansıdığı bir aynadır, denir. Kırmamak lâzımdır, zira kırılınca gücenen yalnız kul olmaz.
Aynanın arkasında bulunan o siyahlık da ilginç ilgilerle düşünülmüştür. Buna aynanın sırrı denir ve insan varlığı da sırlardan ibârettir. Bilim, insana dair pek çok şeyi açıklasa dahi bazı hususlarda yetersiz kalır, zira gaybı yalnız Allah bilir. İnsan gönlü sırlı bir aynadır fikri bizi bazen aynaların ön yüzeyinde ortaya çıkan o siyah beneklere götürür. Bu da insan gönlünün kararması, hakikatten ve Hakk’tan ayrılması olarak düşünülmüştür. Buna “jeng” de denir. Bu “pas, küf, kir” demek olup Farsça’dır. Vecdî kendine şöyle seslenmiştir:
“Vecdiyâ âlâyiş-i dehri görüp meyl eyleyüp
Gel koma jeng ü keder âyîne-i idrâkde”
Yani; “Ey Vecdî, zamanın tantanasını görüp buna yönelip, gel de idrâkinin aynasında pas ve keder koyma, bırakma.”
Şair Vecdî dünyanın işlerine kapılıp da idrâk aynasında kir ve keder bulaştırmamak gerektiğini öğütlüyor, zira mü’min kişiye mücellâ, yani parlak bir âyîne, gönül lâzımdır.
Üstâdımız Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü’l- İ’câz’da Bakara Suresi’nin 7. âyetinin tefsirinde, “Zerre mir’at olur, fakat mikyas olamaz” der. Üstâd burada, zerre ayna olabilir, ama bir ölçü olamaz demek istiyor. Mir’ât, bir şeye ayna olmak demektir. Mikyâs ise bir şeye birebir ölçü ve mizan olmak mânâsına gelir. Ayna bir şeyin varlığını gösterip ispat edebilir, ama o şeyin mahiyetini tam bir ölçü ile gösteremez, yansıyan kadarını gösterebilir. Zerre ise Allah’ın varlığını, birliğini, isim ve sıfatlarını ispat etmekte ve tüm bunları akla ispat etmekte güzel bir ayna da olabilir, bir levhâ da olabilir. Ama bu zerre Allah’ın Cemâl, Celâl ve Kemâl isimlerini birebir yansıtacak bir terazi değildir.
“Ben gizli bir hazine idim; bilinmek istedim, mahlûkâtı yarattım.” (Acluni, Keşfü’ül-Hafa, II/132) kudsî hadisinden hareketle Allah’ın bilinmek istediğini anlıyoruz. Eğer Rabbimiz tecellilerini biz ‘aynalar’dan çekerse bu aynada hiçbir şey kalmaz. İbn Arabî’ye göre de insan yaratılana kadar âlem cilâsız bir ayna gibidir. İnsan bu âlemin cilâsıdır. Mevlâna bir kıssasında dünyalar güzeli, güçlü ve muktedir bir kralın bir şey dışında hiçbir şeye ihtiyaç duymayacağını anlatır. O şey elbette ki aynadır. Allah, yaratılmışlardan müstağni olmakla birlikte varlığının güzelliklerini görebileceği âlem aynasını yaratmıştır.
Ayna bütün toplumlarda sembolik olarak kullanılan bir âlettir. Mısır’da dinî törenlerde kadınlar ayna taşıyorlar ve bu da Güneş’i temsil eder. Japon kültüründe ayna ruhu sembolize eder. Çin’de ayna, kraliçenin sembolüdür. Aynanın kırılması evli çiftlerin ayrılacağına işarettir. Bizde Köktürklerden beri ayna kültürü devam etmektedir. Taoizmde evlerin kapısına ayna asılır. Şamanlarda ise aynalı bastonlar kullanılırdı. Şamanlar, aynalarını Güneş’e ve Ay’a tutarak gâipten haber alınan bir unsur olarak kullanırlar.
Ayna, Osmanlı dönemi âdetlerinde de karşımıza çıkar. Papağanın eğitilmesi için kullanılırdı. Lakve, bir ağız eğriliği hastalığıdır. Şayet lakveye tutulan kişi aynaya bakarsa bu hastalıktan kurtulacağına inanılırdı. Eski inanışlarda gece aynaya bakılmazdı. Aynayla fal bakılırdı, aynayla dilencilik yapılırdı. İhtiyaç sahibi olan kişi elindeki aynayı ihtiyacını karşılayacak olan dükkâna yönelterek güneşi yansıtırdı ve böylece dilenmiş olurdu. Bir başka inanışa göre aynanın arka yüzüne bakıldığında eğer kişi yalancıysa, ayna o kişiyi göstermezmiş. Gömülen cenazelerin üzerine ters bir ayna bırakmak eski bir Türk geleneğidir ve Anadolu’da uygulamaya devam eden yöreler vardır.
Dinler tarihine baktığımızda ayna, peygamberlerle ilgili kıssalarda da karşımıza çıkmıştır. Hz. İsa’yla ilişkilendirilir. Rivâyete göre gökyüzüne yükselirken tasını, tarağını ve aynasını yeryüzünde bırakırken, yanına iğnesini bırakmayı unutmuştur. Klâsik şiirde bu anlatı, Hz. İsa’nın Felek Sistemi’nde 4. katta bulunduğunu ifade eder. Hz. Muhammed’in (asm) bir kutusu olduğu ve içerisinde misvak, tarak, misk ve aynasının bulunduğu rivâyet edilir. Bir gün Hz. Yûsuf’a bir misafir gelmiştir. Hediye getirmek âdettendir, ama misafir yanında hediye olarak ayna getirmiştir. Hz. Yûsuf sebebini sorunca, “Sana senden daha güzel hediye bulamadım” demiştir.
Aynayı yüzümüze tuttuğumuzda gördüklerimiz, gönül aynamızın pasını silmeye vesile olsun.
İlk yorumu siz yazın