Farklı hayat hikâyelerini buluşturan karayolunda bir kuş: Mavi Kuş

Pek sevgili, çokça okuyan, okudukça hayreti artan kitaplık okuyucuları! Bu soğuk havalarda içinizi ısıtacak sımsıcacık bir kitap önerim var size. Mustafa Kutlu’nun kaleminden Mavi Kuş… Kuş dedimse havada uçan kuştan bahsetmiyorum, Deli Kenan’ın mavi otobüsünden bahsediyorum.

Kasabanın tren istasyonuna ulaşımını sağlayan yegâne taşıma aracı. Bundandır, taşıdığı insan portrelerinin birbirinden bu kadar farklı oluşu… Yeri gelir doktor da istasyona gitmek için Mavi Kuş’u kullanır, köyün öğretmeni de, köyü gezmeye gelen turisti de… Şimdi “e bundan bana ne!” deme sevgili okur. Hay Allah! Benim de dilim Mustafa Kutlu’nunkine döndü; o da okuruyla sohbet eder tarzda yazar, e adamcağızın canı sıkılıyormuş, ne yapsın okuruyla konuşmasın da! Ne diyordum, insan tiplemelerinin çeşitliliği… Herkesin kendinden bir şeyler bulması o kadar kolay ki. Kasabanın öğretmeni var mesela, Murat; işine âşık, vatana millete faydalı insanlar yetiştirmeye kendini adamış bir öğretmen. Ama eşi Neşe tam tersi bir karakter, ne köyde kalmaktan ne de doğal hayattan hoşnut. Her birimizin de içinde böyle birbirinden farlı karakterler yok mudur? Mavi Kuş da sanki kuş misali geçen ömrümüz gibi… Kâh sevinçli kâh hüzünlü geçen ömrümüz. Ama hep yollarda… Yollarda oluş da güzel bir benzeyiş oldu, ömrümüz ve Mavi kuş arasında.

Deli Kenan’ın Mavi Kuş’unun sıcaklığı biraz da kışları otobüsün içinde yakılan sobadan kaynaklanır, Kenan, ortalık soğudu mu, orta koltuğu sökmesini de yerine sobayı monte edip kenarından köşesinden sağlamlaştırmasını da iyi bilir. Ha bir de iyi bildiği bir şey varsa o da, akşamları köyün iki meczubunu otobüse toplayıp, onlara sobada mısır patlatmaktır. Keyif ha! İçinde sobası olan, penceresinden de bir uçurtmanın rüzgârla dans ettiği bir otobüs düşün sevgili okur, sımsıcak olmaz da nasıl olur o kitap? Sonu hiç umulmadık şekilde bitiyor, elbette şimdi burada bahsedip keyfini kaçıracak değilim. Yazarın deyimiyle “hikâye ile roman arasında bir kitap” kendisi. Oku ve kendin gör! Bazı seçmece satırları da eklemeden edemeyeceğim!

Altı çizilesi satırlar
Kitabın ilk 20 sayfasında yazar tamamen kasabayı betimler ki, olaylar okuyucuda tam anlamıyla yer edebilsin. Kasabı, berberi, kuyumcu Nazım’ı, Doktor Yahya’yı uzun uzun anlatır, kasabaya ait mekânları tasvir eder. Mesela berber dükkânını anlatırken:

“Babadan oğula devredilegeldiği için acaba kaç nesil bu dükkândan ekmek yedi belli değil. Yine de Yavuz zırhlısının, Pehlivan Adalı Halil ile Kara Ahmed’in fotoğraflarından, eski harflerle eski bir çerçevede unutulmuş berber dükkânlarına mahsus, artık iyicene antika olmuş şu iki levhadan:

Efendim afiyet olsun tıraşın
Gitsin tüyün selamet bulsun başın
Beş kuruşa bir tıraş
Lahana gibi baş
ve burada saymaya lüzumsuz bulduğumuz bir sürü şeyden epeyce eski olduğunu çıkartabiliriz.”

 

“İnsan sadece kaştan, gözden, gövdeden mi ibaret? Ayna dediğin, taşı toprağı, evi sokağı da gösteriyor. Mühim olan bu vücudun içini görebilmek. Kalbin aynasında ne var ona ulaşabilmek. Ne demişler, Kendini bilen, Rabbini bilir.”

“Erikler çiçek açmış, erguvanlar çıldırmış, boğazın mavi suları firuzeye dönmüş, yalılardan kahkahalar, sandallardan saz sesleri yükselmeye başlamıştır. Silkinir Neşe, biraz uyanır rüyadan. ‘Yok canım’ der içinden ‘Bu Abdülhak Şinasi’nin Tanpınar’ın İstanbul’u, bugün artık kalmadı bunlar.’ Ama İstanbul bu. İçinde doğmuş büyümüş birinin yakasını kolayına bırakmaz. Ne kadar örselenmiş, yağmalanmış, yaralanmış olsa da; Kandilli’de, Mihrabat Korusu’nda Üsküdar çarşısında karşısına çıkar insanın, hemen o pembe tülünü yayar üzerine martı çığlıkları, Kız Kulesi, Atikvaldesi, Sultantepesi, yaz yağmuru, sabah sisi olarak sarıp sarmalar adamı.”

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*