Aşk yalnızca bir duygu değildir. Aşk bir yol, bir sistem, bir perspektif, bir marifete ulaşma biçimi olabilir. İnsan-insan ilişkisinde, insanın eşyayla ilişkisinde, insanın Yaratıcıyla ilişkisinde aşkın farklı boyutlarını görürüz. İnsanın iç âleminden kâinat âlemine, en küçük daireden en büyük daireye bu kavramın tecellisi de âlem gibi genişler, mânâsı ise çok az değişir. Aşk zihnimizde ilk oluşan imgenin aksine, başka başka kavramlarla bağlanmış komplike bir sistemdir. Bu yazı boyunca da aşkı şiirlere, şarkılara konu olduğu biçimden daha çok “bakış açısı, sistem” cihetiyle ele alacağız. Varlıktan varlığa ulaştıran aşkla değil, aşkın, varlık olan insanı O’na ulaştıran yönüyle ilgileneceğiz.
Risale-i Nur’un kavram haritası içerisinde “aşk” genelde başka bir kelimeyle birlikte ve karşılaştırma hâlinde kullanılır: Şefkat. Hatta, “aşk” hakkındaki izahlar “şefkat” kavramını anlamak ve tanımlamak içindir, dahi diyebiliriz. Öyleyse bir elimize “aşk”ı diğer elimize “şefkat”i alıp öyle devam edelim anlam verme, derinleşme yolculuğumuza.
İnsan âleme geliyor ve Yaratıcıyı tanıma yolculuğunda bir yolcu olarak buluyor kendisini. İnsanla Yaratıcı arasında ise perde olarak eşya-esbap duruyor. Perde, ama sıradan bir perde değil, görünen yönü güzel-dikkat çekici, görünmeyen yönü hikmetli, mânâlı. O zaman dünya menzilindeki yolcunun Yaratıcıya ulaşma yolcuğunda eşyanın haritadaki yerini belirlemesi, eşya için bir tanım yapması gerekiyor.
İnsan, “güzel, faydalı, kâmil” bir insanla, manzarayla, ünvanla, bilgiyle, bakışla, kısaca eşyayla karşılaşınca ilk hissi, ilk cümlesi “Bu benim olmalı” oluyor. İnsan, güzele sahip olmak istiyor, eğer sahip olamazsa da “Güzelliğin beş para etmez bu bendeki aşk olmasa” diyerek eşyayı kıymetsizleştiriyor. Eşyayla kurulan “Ya bu güzelliğin sahibi olmalıyım, ya da bu güzellik var olmamalı” şeklindeki ilişkiye “aşk” diyebiliriz. Aşk bencildir, menfaat üzerine kuruludur; menfaat kesilirse ya da araya ortaklık girerse aşk biter.
Cenab-ı Hakk’a ulaştıran bir tarik olarak “aşk”ı düşündüğümüzde ise, varlığı konumlandırmada iki tip yaklaşım görüyoruz; Varlığı tamamen görmezden gelen Vahdet-i Vücud mesleği ya da varlığı yüzeyselliğe hapseden, şeffaflaştıran Vahdet-i Şuhud mesleği. Aslında eşyayı bu derece önemsizleştirmek, cemâl elbisesi içerisindeki hikmeti keşfetmeden bir köşeye atıvermek belki de eşyaya fazla paha biçmenin başka bir yolu…
İkinci bir senaryodaysa, insan eşyaya bakıyor, güzelliği görüyor; sahip olmak istiyor. Ancak bu sefer bir adım daha ileri gidip “sahip olmak isteme” hissine dönüyor, onu okuyor, hiçbir şeyin hakikî sahibi olamayacağını anlıyor. Eşyanın cemâl paketini açıp/aşıp mânâsına bakıyor, O’nun esmasını, sıfatlarını okuyor. Kendisinin olmasa da, menfaat elde edemese de o eşyanın yaratılmışlığına saygı gösteriyor. Cenab-ı Hakk’a ulaştıran bir yol olarak “şefkat” mesleği yok saymalardan ve aşırı değer biçmelerden uzak, her şeye hakikatine uygun bir muamelede bulunmayı gerektiriyor.
Halk arasında “aşkın gözü kör, kulağı sağır, dili tutuk, aklı kıttır” diye bir söz söylenegelmiştir. Âşık, sevgili dışında hiçbir şeyi görmez, sevgili dışında hiçbir şeyi duymaz, akıl fabrikasının kapılarını kapatır, ışığını söndürür, yalnızca kalbiyle kalır. Böylece sevgiliyi de olduğu gibi göremez, tanıyamaz; âşığın kapalı latifeleri sevgili üzerinde bir gölge, bir boya gibidir adeta. Sevgili kısmen hayâlîdir. Oysa hakikî tanımak/sevmek; tefekkür gerektirir, esma ve sıfatları okuyabilmeyi ister.
Şefkat tarikinde ise yolcunun gözü, kulağı, kalbi, aklı, bütün latifeleri açıktır, devrededir. İnsan ne kendisini yok sayar, ne yaratılmışı. Aksine her şeyden Rabbine gidecek yollar bulur. Aşkın dar, karanlık ve doğrusal yolunun rağmına şefkatte bütün cihazat açık ve uyanıktır, her şeyden ona gidecek yollar bulunur. Yolcu nefsini öldürmemiştir, her an nefisle bir çarpışma vardır. Kendi için bütün mevcudatı yokluğa mahkûm etmez. Her bir olayın, eşyanın, insanın yaratılmışlığını görür ve hikmetini okur. Yani şefkat yolu aşktan daha geniş, daha aydınlık ve kolaydır.
Marifetullah yollarında meslek olarak aşk ve şefkat çok net farklarıyla birbirlerinden ayrılıyorlar. Ancak insanın pratik hayatında bu duyguların birinden tamamen arınabilmesi pek mümkün değil, fıtrî de değil. Şefkat yolu, yok saymalardan uzak olduğu için, aşk, insanın duygu dünyasının bir ferdi, hayatının bir parçası olarak orada duruyor. Aşk nazarı, eşyaya ilk bakışta ortaya çıkıyor. İnsanın eşyanın dış görünüşüyle, maddesiyle ya da ilk mânâsıyla muhatap olması aşk evresi oluyor. İnsan, eşyayla ilk etapta kendisine bakan cihetle bireysel bir ilişki kuruyor. Bu ilişki eşyanın değişimi, fenası ya da insanın farkındalığı vasıtasıyla “Cenab-ı Hak”la bağlantısı kurulan, eşyanın hakikatine uygun bir ilişkiye çevrilebiliyor. Bu aşamada, zahirden hakikate, mülkten melekûta, yüzeyden derine, kesretten vahdete, maddeden mânâya, nefisten kalbe (akleden kalbe) bir dönüşüm gerçekleşiyor. Eşyayı tamamen yok saymadan bu dönüşümün olabilmesi, ancak “acz-fakr-şefkat-tefekkür” tarikında mümkün olabiliyor.
Şefkat ve Aşk mesleğinin/duygusunun birbirinden ayrıldığı pek çok yön var. Ama en derin fark, sistematiğin işleyiş tarzı; şefkat mesleğinde insan var oluşundaki acizliğini fark edip abd olduğunu kabul ediyor, önce ve yalnızca O’nunla bağlantı kuruyor. Daha sonra bütün eşyayla O’nun eseri olması cihetiyle bir bağ kuruyor. Böylece her şey nurlanıyor, hikmetleniyor, bir mânâ ifade ediyor. Şeyler mânâ-i ismiyle değil mânâ-i harfiyle okunuyor, eşyanın süslü yüzünün ardındaki hakikat, bildirdiği sıfat ve esmalar önem kazanıyor. Böylece kâinat kesif yüzüyle bir perde, engel olmaktan çıkıp, parlak yüzüyle O’nu yansıtan bir ayna oluyor; konuşan; anlatan geniş bir ayna.
Aşkın getirdiği körlükler, noksanlıklar, istiğrak ve cezbe hâlleri, eşyaya yüzeysel bakış, yahut tümden yok sayıp karanlığa terk etmeler, gerçeği değil hayâlindekini sevmeler, hiçbirine gerek kalmıyor. İnsan direk hakikatle yüzleşiyor; bir kez gözünü açıp, Güneş’in parıltılarına muhatap olunca bir daha gözünü kapatma isteği duymuyor.
İlk yorumu siz yazın