Kemâle eren iğne

Selamlar Keçeli!

Sizlere Mezopotamya rüzgârı getirdim bu ay! Yalnız öyle pek serin değil, dikkat edin. Medeniyetler beşiği Şanlıurfa’yı keşfetmek nasip oldu, gördüklerimden açılan pencereleri niçin sizlerle paylaşmayayım, dedim ben de.

Urfa, kurulan ilk medeniyetlere ev sahipliği yapmış, bu açıdan yapılan kazılarda o dönemlere ait inanılmaz ölçüde eserler bulunmuş, bunların hepsinin toplandığı bir Arkeoloji Müzesi kurulmuş. Bu güzel şehrin ağzımızı açık bıraktıracak pek çok yeri olsa da, o müzenin bana hissettirdikleri bambaşkaydı. Çıktığımda, buraya tam bir gün ayırmalı aslında diye düşündüm.  Sebebini önce anlayamadım, insanoğlunun binlerce yıl önce kullandığı eşyalar, daha küçük yaşlarda benzerini gezdiğim bir müze niçin beni bu kadar etkilemişti? Müzenin özelliği; sergilenen şeyler, dönem dönem ayrılmıştı, bir dönemi bitirmeden bir sonraki dönemin kalıntılarını görmek mümkün değildi. Yani binlerce yıllık dünya serüvenimizin başladığı ilkçağları -bilebildiğimiz- en başından sonuna kadar aşama aşama, sanki bir özet film izlercesine dolaşmış olduk. Her şey önce pek ilkel, tabaklar şekilsiz, bazıları yamuk, yavaş yavaş düzeliyor, farklı şekiller ekleniyor, daha sonra süslemeler başlıyor… İğne denilen, belki günümüzde az ehemmiyet verdiğimiz küçücük bir alet, önce çok kabaca, gittikçe inceliyor, çeşitleri artıyor, tabiî bunlar benim 1 saatte gezmem gibi kısacık bir zaman diliminde değil, asırlar boyunca oluyor… Sanki bir bebeğin yavaş yavaş büyümesini ve gelişmesini seyretmek gibi… İnsan önce pek az biliyor, sonra öğreniyor, öğrendikçe olgunlaşıyor, kemâle eriyor.

“Demek ki, insanın vazife-i fıtriyesi; taallümle tekemmüldür” (Sözler) yankılanıyor kulağımda, bu hakikati bu kadar güçlü belki ilk kez hissediyorum.

“Allemel insâne mâ lem ya’lem.” O insana bilmediklerini öğretti. (Alak, 5) âyetini de…

Şu zamanımızı düşünüyorum, teknoloji çağı… Sahip olduğumuz ilim çağlar öncesiyle kıyaslanamaz büyüklükte. Allah’ın yardımıyla insan öğreniyor, adım adım, bir aşamayı bile atlamadan, upuzun bir süreçte buraya kadar geliyor. Fakat insan asla durmuyor, “Yeter artık canım, robot bile yaptık” demiyor. İnsan öğreniyor, çünkü insanın fıtratı bunu gerektiriyor.

Bu yalnızca maddî anlamda da değil o zaman. İnsanın ruhu da tekemmülü istemiyor mu?

Elleri önce bir şeyi kavrayamaz, ayakları önce yere basamazken, ayakta dimdik durmayı öğrendiği gibi, tekerlekten arabaya, arabadan uçağa, iğne iplikten dikiş makinesine, öğrenerek kemâle erdiği gibi, insanın ruhu da, hakikat gıdasıyla kemâle ermeyi beklemiyor mu? Bizim vazife-i asliyemiz bu ise, biz durdurak bilmeden öğrenmesek mi? Öğrendikçe kalbimiz, ruhumuz doysa, doydukça da olgunlaşmasak mı?

Bir iğnenin kemale ermesi bile asırlar sürmüşken, insan bu olgunlaşma serüveninde, sabrı da yanına dost olarak almasın mı?

Sorular benden, cevaplar sizden Keçeli!

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*