Tevhide seyahat

Bir yaratıcının varlığı, insanlık tarihi boyunca en çok üzerinde durulan meselelerden olmuştur. Başını kaldırıp bakan insan merak etmiştir çünkü. Ben kimim, benimle birlikte var olan bu canlılar niye var? Çevremde olup biten bu muhteşem işleri kim görüyor? Ve yaptığı tetkikler sonucu insanlar farklı sonuçlara varmışlar. Bir kısım insanlar bakmışlar ki, her şey tabiat sayesinde gerçekleşiyor, toprak ana tüm canlılara beşiklik ediyor. Bir kısım insanlar tabiata da takılmamış, “Sebepler tabi ya!” demişler. Toprak var, su var, güneş de var. Mademki bir tohum ancak bu sebeplerle çatlayabiliyor, demek sebepler yaratıyor. Yine bir kısım insanlar ne tabiat demişler ne de sebepler. Tesadüf ya hu, demişler. Tesadüfîdir bunların hepsi. Rüzgârın düşürdüğü tohuma bir parça da yağmur düşmüş, filizlenmiş işte. Bu kadar üstünde düşünmeye ne gerek var!

Tüm bu fikirlerin yanında daha başka birileri de demiş ki: “Gözlerinizi açıp bakın! Hiçbir kusur görecek misiniz? Muhteşem bir ustalık eseri olan bu işlerin tesadüfî olması mümkün değildir. Sebepler ya da tabiatın aklı mı vardır ki bu kadar akıllıca işleri yapabilsinler? Elbette tüm bu fiillerin arkasında gizli bir el ve gücü her şeye yeten bir Kudret Sahibi vardır.” Asırlar geçmiş, ama insanın var olduğu her yer ve zamanda bu tartışmalar sürüp gitmiştir.

“Gerçekten bir yaratıcı var mıdır? Bir yaratıcı olduğuna açık delil nedir?” beyanında asırlar boyunca pek çok âlim yüzlerce, binlerce eser yazmış. Bu eserlerden Risale-i Nur Külliyatı başlı başa Yaratıcının varlığının delilleriyle doluyken, bu külliyatın içinde küçük bir risale olan Ayetü’l-Kübra risalesi bizlere tek başına delil olarak kâfi gelebilir. Bu yüzden biz de ellerimize bir Şualar alalım ve açalım 7. Şua’yı. Ayetü’l-Kübra seyyahıyla birlikte seyahate çıkalım. Sıradan bir seyyah değil bu çünkü. O da bizim gibi. Gözünü açtığı bu muhteşem memleketin Sahibini ve Sultanını merak ediyor ve kâinata soruyor Rabbini.

En başta göklerin nur yaldızı ile yazılan güzel yüzünü görüyor. “Bana bak, aradığını sana bildireceğim” diyen semavattan sonra feza gürültü ile konuşarak bağırıyor: “Bana bak! Merakla aradığını ve seni buraya göndereni benimle bilebilir ve bulabilirsin.” Ve seyyahımızla birlikte bakıyoruz biz de. Daha sonra yeryüzü, denizler ve büyük nehirler, dağlar ve sahralar, bitkiler ve hayvanlar, kuşlar, peygamberler, âlimler, kalp ayağıyla marifetullaha ulaşanlar, melekler ve ruhaniler, istikametli akıllar ve kalpler, vahiyler ve ilhamlar, Hz. Muhammed’in (asm) getirdiği deliller, Kur’ân-ı Kerîm’in getirdiği deliller, Allah’ın ta kendisi, Allah’ın varlığına ve bir olduğuna tam 19 mertebede şahadet ediyor, bize Rabbimizi bildiriyor.

Seyyahımız yoruluyor tabi, ama ruh ve kalbinin aldığı tarifsiz lezzetle birinci bâbdan (kapı) çıkıyor ve ikinci bâba giriyor. Biz de onunla birlikte giriyoruz. Birinci bâb Allah’ın varlığının delilleriyle doluyken ikinci bâb Allah’ın birliğinin delilleriyle dolu. Tam üç menzilden oluşan bu kapıda on üç hakikat öğrenen seyyahımızla birlikte on üç tevhid mertebelerine çıkıyoruz. Toplamda otuz iki mertebe gezdik, bunlara bir de Mukaddime’deki mertebeyi katıyoruz ve tam otuz üç mertebeyle bitiriyoruz seyahatimizi. Alnımızdaki teri sildikten sonra aklımıza takılıyor, biz bu kadar delilleri sunuyoruz, ama bizim kadar, belki bizden daha fazla bu delilleri inkâr edenler var. Nasıl olur? Bir biz mi doğruyuz ya da onların hepsi haksız mı?

Seyyah bizi hemen uyarıyor: Yahu, Mukaddime’yi okumadın galiba. Umumî meselelerde ispata karşı nefyin (inkâr) kıymeti yoktur ve kuvveti pek azdır. Meselâ, Ramazan-ı Şerîf’in başında hilâli görmek hususunda, iki âmi (cahil) şahit hilâli ispat etseler ve binlerle eşraf ve âlimler ‘görmedik’ deyip nefyetseler, onların nefiyleri kıymetsiz ve kuvvetsizdir. Çünkü ispatta birbirine kuvvet verir; birbirinde tesanüd (dayanışma) ve icma’ (toplanma) var. Nefiyde ise, bir olsa bin olsa farkları yoktur; herkes kendi başına kalır. (7. Şua) Bu şüpheden de kurtuluyoruz. Çünkü imana karşı gelen kâfirlerin ve münkirlerin kesretinin ve zahiren çokluğunun kıymeti yok. Ve bu çokluk mü’min olanın yakînine ve imanına hiç tereddüt vermemek lâzımdır. Elhamdülillah bu otuz üç mertebeyi geçtikten sonra böyle vartalara düşmeyiz.

Peki, iman ettik, Allah var ve bir. Sadece, Allah’ın şeriki yok ve bu kâinat O’nun mülküdür,  desek bu bize yeter mi? İlk bakışta yeter gibi görünüyor, yanlış bir şey yok bu sözde çünkü. Ama eksik bir şeyler var, bir de minik tehlike. Mesnevi-i Nuriye’de geçtiği üzere tevhid iki çeşit oluyor; âmiyane tevhid ve hakikî tevhid. ‘Allah’ın şeriki yok ve bu kâinat O’nun mülküdür’ demek âmiyane oluyor, cahilcesine biraz. Amma hakikî tevhid inancına sahip olan ‘Allah birdir, mülk O’nundur, vücut O’nundur, her şey O’nundur’ der. Âmiyane tevhid sahiplerinin fikirce gaflet ve dalâlete düşmeleri korkusu varken, hakikî tevhid sahipleri her şeyin üstünde Cenâb-ı Hakkın işaretini görür ve her şeyin cephesinde bulunan mührünü, damgasını okur. Ve bu sayede her an Allah’ın huzurunda olduklarını bildikleri bir tevhid becerisine sahip olurlar ki, isyankâr olmanın ve evhamın baskısından kurtulurlar. Demek ki böyle iman etmemiz gerekiyor. Her an, her şeyin üzerinde o şeyi Yaratanın mührünü okuyarak ve görerek. Ne zaman ki yolumuzu şaşırsak ve Allah’ın mülkünü mahlûkata dağıttığımızı fark etsek demektir ki yeniden bir tevhid seyahati etmek vakti gelmiştir. İyi seyahatler!

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*