Zorlu yolun kutlu yolcusu

Peygamber; kendisine vahiyle fısıldanmış, diline söz ve eline kitap verilmiş, rüyasında gerçeği görmüş âdemoğluna denir.1 İnsana unuttuğunu hatırlatan, haber getiren değil “haber”i getirendir. Eren, yapan, edinen, basamağı çıkan, iradesinde olan değildir peygamber; boyun eğendir; öfkeye yanağını uzatan, hakikate göğsünü açan, merhametinde kalpler ısınan ve cesaretine sığınılandır. Resuldür, buyruk iletir; nebidir, mevkisi yüceltilmiş olandır; “Şeytanın ona katmak istediği şeyi Allah’ın iptal ettiği ve kendi âyetlerini sağlam ve sarsılmaz olarak derununa yerleştirdiği kişidir.” (Hac Suresi: 22)

Kanun-u İlahî, her şeyden evvel, insanın ruhuna bütün varlığıyla uyan, apaçık ve benzersiz bir ilim şeklinde bir âdemoğlunda belirir. Bu görünme öyle olur ki, bizzat Allah’ın nizamı ve hitabı olduğu kendi kendine anlaşılsın ve apaçık olsun; akıllar tecrübe ve delil ile kendileri için güzel neticeler çıkarsınlar diye, kalpler zevk ve ferahlık için feyz (ilim-irfan) alsınlar diye bir kurala bağlanır; şeriat olur, “vahiy” olur. Şeriat, bilinmek ister, yüklenen, anlatan ve hatırlatan olsun ister; vahiy, kendisi onun dilinde tulu’ edeceği bir dellâlı olsun ister; Âdem de Musa da; İbrahim, İsa ve Muhammed Mustafa da (asm) Allahın üzerimizdeki nimetleri konusunda dellâllık eden böylesi âdemlerdendir.

Peygamber bir meslek, bir felsefe, bir siyaset veya bir yaklaşımın nesnesi değildir. Mesajı bulup getiren değil, mesajın kendisini bulduğu, öncelikle ve ilk sırada mesajın kendisinde tahakkuk ettiği ve ona ilk uyanın kendisi olduğu birincil şahıstır. Bir kez peygamber atanmış kişi, artık kaçınılmaz bir yükü yüklenmiş demektir. Peki, öyleyse, peygamber neyin nesnesidir? Mü’minlerin annesi Aişe bunu –Peygamberimizi (asm) kastederek- “O, yaşayan Kur’ân’dır” şeklinde cevaplar. Peygamber -sadece- bir elçi, bir postacı veya mü’min değildir; o, kavminin ve çağının vahye muhataplık şeklini ve düzeyini yansıtır. Mesela Hz. Âdem (as), dünyada henüz gezmeye başlamış, sınıfsız ve tekdüze bir topluluğa “kelimeler”i öğreten bir resuldür. Ona, “şey”lerin nesnesini tarif ve tasvir mu’cizesi verilmiştir. Hayvanlar orada öylece dolaşırken, “kelime” ile Hz. Âdem oturduğu yerde dünyayı dolaşma ve her şeyi yanında tutabilme kudretine sahip olmuştur. Peygamber ve mu’cizesi insanı aciz bırakır ve hayrete düşürür; bununla birlikte yolunu da açar, adeta gitmesi gereken tarafı işaret eder.

İnsan, peygamber vasıtasıyla, hayvandan farkını ortaya koyabildiği, adeta âdemoğlunun mu’cizesi diyebileceğimiz iki şey üretebilmiştir; Kültür ve hukuk. Kültür ve hukuk, silsile ile insanın gerçekte tek sahip olduğu meta’ olan emekten ve ona mündemiç olan niyetten yol bulup meydana gelmektedir. Ne niyet, ne de emek, ne kültür ve ne de hukuk; evrim, tesadüf, şans, içgüdü veya rastgelelikle oluşmaz. Bunlar ancak ilim ve eğitim vasıtasıyla aktarılarak değişerek gelişen ve çiçeklenen unsurlardır. Peygamber varsa; tesadüf, şans veya rastgelelik sussun ve hakikat konuşsun, diye vardır.

Hz. Âdem (as), toplum bilincinin oluşması, ancak onunla mümkün olan, insandaki ‘insanlık cevheri’nin prototipidir; o, bir ilk örnek’tir. Esasında peygamberin temel işlevi de budur. Doğru, açık zihinli ve bilinçli bireylerin ve erdemli toplumların zeminde çoğalması, onların mesleğinin tabiî neticesidir. Peygamber her seviyede ve özellikteki insanla muhataptır. Peygamber krala nasıl krallık yapacağını anlatmaz; belki nasıl insan olacağını, Yaratıcısının mahiyetini ve onun karşısındaki durumunu hatırlatır. Hz. Musa (as) ve Firavun’un diyalogları, Hz. İsa Nebi’nin (as) ve Elealıların konuşmaları hep bu tarzdadır. Peygamberin dili ortak bir anlaşma zeminidir, o konuştuğunda anlamayan hiçbir kimse kalmaz; Fakat çoğu zaman çoğu kimse kabul etmekte ve dinlemekte zorlanır.

Tamamen soyut kavramlar üzerinden gidilse, hiçbir emir anlaşılmaz. Adil ve iyi olun, kötülükten kaçının, günah işlemeyin, merhametli davranın gibi ucu açık ve soyut şeylerle beraber iyi olanı, kötü olanı, şer ve çirkin olanı, günahı ve sevabı bazı uygulamalarla örneklendirecek ve hayatın geniş dairelerinde milyonlarca benzerlerini bulmaya sevk edecek bir mekanizma gereklidir. Biz bu mekanizmaya şeriat diyoruz. İçtimaî hayat geliştikçe şeriatların da değiştiği, kapsamının genişlediği ve soyut alanın çiçeklendiği, ancak imanın temel şartlarının değişmediği görülmektedir. Peygamber bütün bu çevrimin, değişimin, gelişimin nirengi noktasıdır.

İmtihan denilen şey dünyanın -en az- iki yönlü okunabilirliğidir. Peygamber imtihanın, yani kâinat kitabının okunmasının yönergesini sunar, şartları iletir. Peygamber, insanın aklına hitap eder gibi görünse de temelde muhatap insandaki enedir. Göz görüp akıl kabul etse de teslim olmayan bir mevzi vardır. Ene insana verilmiş ve insan yalnızlığı tatmıştır. Nefs enenin yalnızlığını paylaşacağı dünya ile iletişimi sağlar. İstek ve arzular hayatla bağ kurmanın temel biçimidir. Kurgu, varsayım, dilek ve temenni üzerine kurulu bir süper gerçeklik meydana gelir ve sosyoloji başlar. Peygamber bir “ene, nefs, akıl ve sosyoloji şerh edicisi” olarak onları asıllarına bağlayan ilkeleri terennüm eder.

Sanat ve ilim; sanatçı ve sanat eseri ile; bilen ve bilinen ile öteki arasındaki etkileşimle anlam kazanırlar. Yaratımın nihâyeti, kendinin bir sanat olduğunun farkına varabilen, akleden, tercih edebilen bir eser ortaya koymaktır. Sanat ve ilimde en kritik nokta malûmun ve eserin bir nesneye kavuşmasıdır. Nesne sadece bir maddesel olan değildir, daha fazlası olarak bir kalıbın kendisidir. Kalıp, bir tasavvurun (sanat ve ilim) ifadesi demektir. Tasavvur, nihâyette bir nesnellik olarak tecellî eder. Yaratım bütün bu kavramların çevriminden oluşur. İşte Peygamber bunların şahidi, açıklayıcısı, ilanâtçısıdır. Allah’ın sanatı, ilmi, gayeleri, istek ve emirleri insan neslinde peygamberde kâmil anlamda tezahür eder. Nebi, Allah’ın has bir boyaması, mu’ciz bir kelâmı, sadık bir dellalıdır.

Dipnot:
1)  Hac Suresi: 55

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*