Empati, diğer adı ile duygudaşlık, karşındakini anlamak ve onun ihtiyacına uygun cevap vermek, sağlam bir iletişim kurmak için kendini onun yerine koymak, onun duygu ve düşüncelerini kendi duyguların ve düşüncelerin gibi düşünüp o kişiyi kendi içinde bulunduğu durum ekseninde değerlendirmeye verilen isimdir. Empati bir süre karşındakinin yerine geçmek, bir süreliğine onun nazarı ile olayları değerlendirmektir.
Empati, biz farkında olmadan yıllarca annelerimiz ve öğretmenlerimiz tarafından “Kendine yapılmasını istemediğin davranışı sen de başkasına yapma” cümlesi ile bize öğretilmiştir. Evet, insan çevresini kendisi ile tanıyabilir. Cansız bir objenin ısısını anlamak için bile elimiz ile dokunup o eşyanın soğukluğunu ya da sıcaklığını kendi tenimizde hissetmemiz gerekiyor. İşte empati de aslında budur; karşındaki kişinin duygu ve düşüncelerine dokunup kendi duygu ve düşünce dünyanda onu anlamak ve ona göre karşılık vermektir. Bu nedenle sağlıklı bir empatinin de yolu aslında evvela kendini tanımaktan geçer. Kendini tanıyabilen insan kendisini ölçek alarak diğer insanları da anlayabilir ve sağlıklı bir şekilde yorumlayabilir.
Empati toplumumuzda -her ne kadar farkında olmasak da- bize İslâmiyet ahlâkı ile beraber verilmiştir. Çünkü İslâmiyet birçok yönü ile empatiye dayalı bir dindir. İslâmiyet’in uygulamaları, emirleri ve tavsiyeleri insanlar için empati yapmanın talimidir.
İslâm’ın birinci şartı olan kelime-i şahadet çok derin bir empati öğretimidir aslında. Kelime-i şehadet getirerek Peygamber’in (asm) de Allah’a kul olduğunu ve beşer olduğunu kabul eden bir Müslüman, empati vasıtası ile kendisinin de beşer ve kul olduğunu bilerek hayatını ona göre tatbik eder. Hayatının her alanında da kendine rehber olarak Peygamber’i (asm) ve onun Sünnet-i Seniyyesini esas alır. Yaptığı her hâl ve hareketinde, “Peygamber (asm) de insandı, acaba o olsa nasıl yapardı” diye düşünür ve bu şekilde ona uygun olanı yapmaya çalışır. İslâmiyet’in özü de aslında Peygamber’i (asm) Allah’ın rızasına her hâli ile mazhar olmuş bir insan olarak tanımak ve Allah’ın rızasını kazanmak için her işini onun (asm) yaptığı şekilde yapmaktır.
İslâm’ın ikinci şartı olan namaz da yine küllî bir empati talimidir. Namaz ile insan kâinatın, canlı veya cansız bütün mahlûkatın yerine kendini koyar ve onların ibadetleri ile onların hâlini anlamaya çalışır. Kıyamda duran insan ağaçların ibadetini ve daima ayakta durmasını talim ederken, rükûda hayvanların ibadetini, secdede ise taşlar, dağlar gibi yerde cansız duran varlıkların ibadetlerini deneyimler. Böylece kâinatın tamamı ile bir iletişimde olduğunu ve onlar yerine de ibadet ettiğini, onları temsil ettiğini fark eder. Kendini onların yerine koyarak, onların bedeline, Allah’a ibadetini arz eder. İnsan kâinatın ibadetini namaz ile tanır.
İslâm’ın üçüncü şartı olan oruç, empatinin en açık şekilde müşahede edildiği ibadettir. Oruç ile Müslümanlar gün boyu yeme ve içmeyi terk ederek, yiyecek bir şeyi olmayan fakir ve gariban insanların açlıklarını hissetmeye ve kendilerini onların yerine koyup onların ihtiyaçlarını anlamaya gayret ederler. Ramazan Ayı’nın, paylaşmanın, huzurun ve toplum bilincinin en şiddetli hissedildiği ay alması da bu yüzdendir. İnsanlar Ramazan Ayı’nda birbirini anlamaya ve birbiri için gayret göstermeye başlar.
İslâm’ın dördüncü şartı olan zekât da toplumsal açıdan empatinin yaygınlaşmasını sağlayan önemli bir esastır. Toplumdaki sosyal sınıflar arasında hürmet ve muhabbeti tesis eden bir köprü olan zekât ile Müslüman, sahip olduğu mülkün kendisine ait olmadığını bilir. Öte yandan verdiği zekâtın kırkta bir olması nedeniyle bir insanın geçinebilmesi için gereken miktarın çok da yüksek olmadığını, malının kırkta birinin de yeterli geleceğini düşünerek israftan kaçınmaya ve iktisat etmeye dikkat eder. İnsan zekât verirken kendisinin de esas mülk sahibi olmadığını bilerek, Rabbine karşı fakir olduğunu bilir ve zekâtını verdiği fakir ve gariban insandan daha muhtaç olduğunun idrakine varır.
İslâm’ın beşinci ve son şartı olan hac ibadeti ile Müslüman diğer dünyadaki Müslümanlar ile görüşerek İslâmiyetin dil, renk, ırk ayrımı yapmadığını görür. Müslümanları birbirine bağlayan esas rabıtanın aynı Allah’a, aynı Peygamber’ e (asm) ve aynı kitaba iman olduğunu düşünür ve Müslüman kardeşlerini benimseyerek, İslâm idrakini kendi ülkesi ve dilinden çıkararak, dünya ülkeleri ve dilleri çapında genişletir. Böylece Müslüman hac ibadeti vasıtasıyla Müslümanları tanır ve diğer Müslümanlar ile arasındaki kardeşlik bağını kendi ruhunda ve aklında hisseder.
İslâmiyet’in esasları olan beş şartının her biri empati duygusu ve empati yaklaşımından bir pay taşımakla beraber Kur’an-ı Kerîm’de ve hadislerde de empatiye doğrudan işaret eden ifadeler vardır.
Mesela Peygamber Efendimiz’e (asm) yetimleri ve fakirleri gözetmesini tavsiye eden Duha Suresi’nde Cenab-ı Hak ona (asm) önce kendi yetimliğini ve fakirliğini, o dönemde muhafaza edilip gözetildiğini hatırlattıktan sonra, yetimlere ve fakirlere sahip çıkmasını emrediyor. Bu ayet ile hem Hz. Muhammed (asm), hem de Müslümanlar fakir ve yetimler ile empatiye ve onlara yardım edip sahip çıkmaya çağrılıyor.
Buna ek olarak, Kur’an-ı Kerîm’de anlatılan bütün eski kavimlerin kıssaları da Müslümanlar için bir empati vesilesidir. Müslümanlar eski kavimlerin yaptıkları iyi ya da kötü fiilleri düşünerek, kendilerini o kavimdeki insanların yerine koyarak, kendi fiillerini onlar ile kıyaslayarak Allah’ın rızasını kazanmaya ve nehyettiklerinden kaçınmaya çalışırlar. Bu her asırda yaşayan Müslümanlar için geçerli bir kaidedir.
Hadislerden de empatiye en açık şekilde işaret eden hadislerden birisi, “İnsanlara merhamet etmeyene Allah merhamet etmez” mealindeki hadistir. Bu hadis ile Resul-i Ekrem (asm) Müslümanlara kendilerinin de merhamete muhtaç olduğunu hatırlatarak Allah’ın merhametine layık olmak için önce merhamete muhtaç olanlara merhamet etmek gerektiğini ihtar eder. Bu hadisle insanın ruhuna tesir edebilecek bir merhamet dersi vermiştir. Öteki bir hadis de “Hiçbiriniz kendisi için istediğini (mü’min) kardeşi için istemedikçe (gerçek) iman etmiş olamaz” mealindeki hadistir. Bu hadis ile Resul-i Ekrem (asm) Müslümanlara, sürekli kardeşlerinin penceresinden nazar etmeyi ve ona göre kendi isteklerini şekillendirmeyi tavsiye etmiş, bencilliğin yerine empati, fedakârlık ve özveriyi ikame etmiştir.
Bediüzzaman Said Nursî’nin eserlerinde de empatiye işaret vardır. Mesela Bediüzzaman Münazarat adlı eserinin başında İfade-i Meram kısmında eserin yazılışındaki üslup farklılığını açıklarken, kendi dünyasındaki düşünce, dil ve üslup farklılıklarını beyan ederek, okuyucudan kendisi ile empati yapmasını ve “leylasını kendi gözünden görmesini” tavsiye eder.
Ayrıca Barla Lahikası adlı eserinde Hulusi ve Sabri Ağabeylerin mektuplarının Lahika’ya alınmasının sebeplerinden birini bu ağabeylerin “aynı hissiyatı ile mütehassıs” olduklarını ifade eder. Bu ifadenin mânâ olarak karşılığı da elbette empatidir. Bu zatlar üstadları ile empati yaparak onu tam anlamı ile idrak edebilmişlerdir.
19.Söz’de de Bediüzzaman, Peygamber’i (asm) bulunduğu asırda anlayabilmek için bu zamandan fikren ve hayâlen sıyrılıp Ceziret-ül Arab’a, cahiliye dönemine gidip, çölde yaşayan bir adamın kafasını kafamıza takmamız gerektiğini ifade ederek bize tarihsel empati dersi verir.
Evet, İslâm, insanı merkeze alan bir dindir. İnsanı önceleyen bir din de elbette her yönü ile empati, özveri ve fedakârlık ile dolu olacaktır. İnsanlar arasında sağlıklı ve kaliteli bir iletişim ve etkileşim tesis edebilecek bir dinin de elbette insanların birbirini tanımalarını sağlaması gerekir. İşte bu yüzden İslâmiyet baştan sona bir empati dinidir. İslâmiyet, insaniyetin dinidir ve insanların birbirini anlayarak rıza-ı İlahi dairesinde hareket ettikleri bir dindir. İnsanların birbirini sağlıklı bir şekilde tanıyıp anladığı ve şefkat ve merhametle karşıladığı bir din elbette insanlığa ebedî saadeti temin edebilecek bir niteliktedir.
İlk yorumu siz yazın