Bir değişken ayna hikâyesi

Hastalar Risalesi’ne her yolum düştüğünde Mehmet Feyzi Ağabey’in yazdığı bir mektupta geçen, “Evet sanki sevgili, müşfik Üstadımız İhtiyarlar Risalesi’ni gençlere, Hastalar Risalesi’ni sıhhatte olanlara yazmış” ifadesi beni çokça düşündürür. Dahası, kendini sıhhatli ve genç zanneden bir insan olarak, bu risalelerden cidden ayrı bir feyz aldığımı fark ederim. Hastalar Risalesi sıhhatliler için nasıl bir şifa ve nur olabilir?

Bunun üzerine fikrederken İkinci Lem’a’daki şu satırlar karşıma çıkıyor: “Hazret-i Eyyub Aleyhisselâmın zahiri yara hastalıklarının mukabili, bizim bâtınî ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır… Hazret-i Eyyub Aleyhisselâmın yaraları, kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdit ediyordu. Bizim manevî yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdit ediyor.” Anlıyorum ki hastalık, sandığımdan çok daha farklı ve geniş bir şekilde tanımlanabilir ve ben tanımı değiştirdiğimde hastalığıma yönelik okuduğum her kelimede yeni yeni, farklı mânâ tabakaları ortaya çıkıyor. Öyleyse buradan aldığım derse binaen zihnimdeki hastalık tanımını “hayat-ı ebediyemi tehdit eden manevi yaralar”ı kapsayacak şekilde değiştiriyorum.

Böylece başımdaki musibetleri, ruhumdaki yırtıkları, kalbimdeki yaraları, zihnimdeki düşünce tümörlerini, elbise giymiş vesveseleri; mutsuzluklarımı, hayâl kırıklıklarımı, şükürsüzlüklerimi, sabırsızlıklarımı, gafletlerimi, hırslarımı, kinlerimi koyuyorum ceplerime ve Hastalar Risalesi’ni hasta, devaya muhtaç iç âlemime nazar ederek okuyorum.

Yirmi Beşinci Lem’a okumama devam ederken “hastalığın vazifeli olduğu” üzerine bir kavrayış ediniyorum. Vazife kelimesi üzerine düşünmeye sevk ediyor bu farkındalığım beni. Vazifenin hizmet ettiği bir amacı, hedefi vardır, kesinlikle öylesine sebepsizce verilmez. Ayrıca her vazife belli bir zaman ile sınırlandırılmıştır, vazife varsa muhakkak bir başlangıcı ve bitişi de bulunmalıdır.Bu gözlüğü edinince “Hastalık bazılara ehemmiyetli bir definedir, gayet kıymettar bir hediye-i İlâhiyedir. Her hasta kendi hastalığını o neviden tasavvur edebilir” devası yeni mânâlarla nurlanıyor zihnî yolculuğumda. Hastalık ya da musibet, beni yaralayan, yaralı hissettiren durum-olay her ne ise, aslında onun acılı, beni ağlattıran yüzü yalnızca bir hediye paketinden ibaret. O yanar-dönerli hediye paketini, pek gizli defineyi arayıp bulup açabilmeyi başardığımda hastalık benim üzerimdeki vazifesini gerektiği gibi yerine getirebiliyor. Dahası benim o paketi açıp, o hediyeyi güzelce karşılayabilmem de benim hastalık üzerindeki vazifem oluyor. Paketin ardındaki güzel mânâları, sevimli şifaları, husûsi ihsanları görebilmek için hastalıkla konuşmak, onun dilini anlamak, ne için geldiğini ve ne getirdiğini sormak gerekiyor. Oysa gelen hediyelere çoğu zaman yalnızca “ne çirkin paketlenmiş” diye söylenip “ne zaman gidecek?” diye sormaktan bu önemli soruları unutuyoruz ve hem onun vazifesi hem bizim vazifemiz muattal kalıyor. Belki “vazifelendiren ve hediyelendiren”i hatıra bile getirmeyebiliyoruz.

Hastalığın hediye olması ve vazifeli bulunması üzerine tefekkür ederken “menfî ibadet” kavramı anahtar işlevi görüyor. Birinci devada menfî ibadet şöyle tanımlanıyor; “…menfî ibadetlerdir ki, hastalıklar, musibetler vasıtasıyla musibetzede aczini, zaafını hisseder, Hâlık-ı Rahîm’ine iltica eder, yalvarır. Halis, riyasız, manevî bir ibadete mahzar olur.” Hayatımdaki her iş-oluş-değişim gibi hastalıkların da aslında benim Yaratıcımla muhatabiyetimin bir parçası ve kulluğumun içeriği olduğunu görüyorum. Acılarım, gözyaşlarım, sancılarım, kanayan yaralarım, ağrılarım boşuna değil, abes değil, öylesine değil, tesadüfî değil; anlıyorum. Muhyî ismindeki hayat vericiliği kabul ettiğim gibi Mümit ismindeki eceli yaratmasını da kabul ediyorum. Şifa, sağlık, sıhhatle nimetlendirmesindeki kastı fark ettiğim gibi; hastalık, musibet, dertle de nimetlendirdiğini, onları da benim için kast ettiğini idrak ediyorum.

Bakış açımda inşa ettiğim temelsiz kaleler yıkılıveriyor: Nasıl ki bazı günler güneşli, bazıları yağmurlu; nasıl ki bazen sıcak, bazen soğuk; nasıl ki bazen karanlık, bazen aydınlık, ibadet de kulluk da bazen müsbet, bazen menfî oluyor. Yalnızca güzel, pozitif, aydınlık, ferah anlarıma hapsettiğim ibadet-yakınlık-muhatabiyet kavramları, düşünce parmaklıklarımı parçalıyor, esaretten kurtuluyor. Böylelikle muhatabiyetim iyi-kötü, sağlıklı-hasta, neşeli-hüzünlü her anıma sirayet ediyor. Eksik bakış açım nedeniyle nursuz, mânâsız, abes kalan zamanlarım nurlanıyor; bu nurdan ruhum şifa buluyor. Bu latif lem’a benimle konuşuyor ve bana diyor ki “Derdin bitişinde aradığın şifa, derdin kendisinde, mânâsında.”

Nasıl kâinat farklı farklı esmaların bâkî cilvelerini okutabilmek için daima değişken ve faaliyet içerisindeyse, insan ruhu ve ömrü de o şekilde. Biz de sabit-durağan değiliz, sürekli hâlden hâle giriyoruz. Gün içerisinde değiştiğimiz gibi, hafta hafta ve ay ay da yıllar yılı da değişiyoruz. Bu değişim bazen mekânlarla, bazen olaylarla, bazen kişilerle, bazen hastalıklarla, bazen de musibetlerle oluyor. Belki bugünümüz dün gibi kolay, güzel hissettirmiyor bize. Ancak bugün de farklı bir esma tecellî ediyor. En câmi âyine olarak en fazla hâle de biz giriyoruz. Eğer biz kendimizi irademizle donuklaştırmazsak, geleni kabul edersek, âdeme sebep olmazsak yarın da farklı bir hâle döndürüleceğiz. Çünkü esma bâkî ve tecellisi değişecek. Yani şu an her ne yaşıyorsam kalıcı değil, dün yaşadıklarım nasıl geçip bittiyse, bugünkü de geçecek. Olay-durum-hastalık değişmezse ben değişeceğim. Anlıyorum ki, ben geçmişteki bir andan ibaret değilim, bugünden de ibaret değilim, gelecekte hayâlini kurduğum bir andaki resim de değilim. Aslında her an farklı manzaraların, cilvelerin okunduğu-seyredildiği değişken bir âyineyim. Hayat iyi ki ve tabiî ki tozpembe değil; çünkü rengârenk ve renkler sürekli değişiyor.

 

Kaynakça:
Nursi, B. S., Lem’alar. İstanbul, 2006,  Yeni Asya Neşriyat.
Nursi, B. S., Emirdağ Lahikası,  İstanbul, 2006, Yeni Asya Neşriyat.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*