Çekya da Allah’ın mülkü

(Bu yazıyı “ZAZ – Je veux” eşliğinde okumanız önerilir.)

Bir tutam influencer, bir tutam gezgin ve bolca uykudan oluşan yazarınız Çedile geri döndü. Amsterdam’dan döndükten sonra gezgin yaşantım büyük bir sekteye uğramış olsa da influencerlığımdan hiçbir şey kaybetmeden gitgide ısınan havanın tadını çıkarıyordum. Havalar ısındığı için marketlere patates ve soğandan başka sebzeler de gelmişti. Bütçemi hesaplayıp alışverişe gidiyordum, çeşit çeşit sebzeler alıyordum. Hatta daha önce hiç görmediğim reyonlar olduğunu da fark ediyordum. Çok dar düşünüyormuşum çok, illa pilavlı sulu yemek zorunda gibi hissediyordum kendimi, ama Rabb-i Rahim çok çeşitli nimetler yaratmış ve avokado çok güzel bir meyveymiş.

İşte böyle küçük market turları, doğa yürüyüşleri, operalara gitmekler derken, çok güzel vakit geçiriyordum. İlk zamanlar hissettiğim pişmanlıkla karışık özlem, yerini mutlulukla karışık özgürlüğe bırakmıştı. Özgürlük deyince hemen aklınıza “Aman özgür kız mı oldun, havalara bak pabucumun Çedile’si” gibi şeyler gelmesin. Benim hissettiğim özgürlük daha çok şey gibiydi. Hani ehliyet kursuna gidersin, teoride her şeyi öğrenirsin ve son bir sınava girersin. Artık direksiyonda tek başınasın ve bu zamana kadar öğrenmen gereken her şeyi öğrendin. Teori tamam ve bütün bu bildiklerinle bakalım ne yapacaksın?

Benim için büyüdüğüm ve yaşadığım çevreden, bir nevi comfort zone’umdan tamamen uzak, bana tamamen yabancı, ama en az metrobüs kadar gerçek bir ortamda bu zamana kadar öğrendiklerimle baş başa olmak böyle bir duyguydu. Ya araba istop edecek ya da ben vitesi 3’e takıp gideceğim. Neden 3 derseniz, çünkü ben henüz ehliyetimi almadım ve manuel arabayı da en fazla 3. vitese kadar sürdüm. Yalnızca 100’e kadar saymayı bilen çocuklar için en büyük sayı 100 olduğu gibi benim için de en hızlı araba 3. viteste giden arabadır. Ve işte kaptanınız Çedile, cabin crew slides armed and cross check, KALKIŞA HAZIRIZ, HEDEF… Hedef bilinmiyor valla, kaderde neresi varsa istikamet orası. 3 ay içerisinde Dünya’yı daha yaşanılabilir bir hâle getirmedim tabiî ki, ama en azından kendimle yaşayabilir bir hâle gelebildim ve zaten değişim insanın kendisinden başlayacağı için de benden mutlusu yoktu.

Nüfusunun çoğunluğu Müslümanlardan oluşan ve 5 vakit ezan sesleri duyulan bir ülkede yaşarken, neyi, ne kadar bilinçli yapıyoruz, neleri Allah rızası için neleri “elalem ne der” için yapıyoruz? Bunun muhasebesini yapmak çok güç. Ama insan vicdanıyla baş başa kalınca bunları düşünebiliyor. Türkiye’de bir çiçeğe bakıp tefekkür etmek, Çekya’da bir çiçeğe bakıp tefekkür etmekten daha zordu. Ama kendimi yapayalnız ve köksüz, bağsız hissettiğim bir anda çimenlerin arasında küçükken balını yediğim bir çiçeği görmek muhteşem bir histi. Kimsem yokken bile kimsesiz değildim, çünkü her yer Allah’ın mülküydü. İşte günlerim böyle geçiyordu. Muhteşem bir özgürlük hissiyle doluydum. Ve direksiyonunda olduğum arabayı bir yerlere çarpmadan sakince sürebildiğimi görmek bana güç veriyordu. Sanırım dizilerin son bölümlerine doğru hikâyesini tamamlayan karakterler gibi ben de hikâyemi tamamlamıştım ve başlarda beni çıldırtan yalnızlığım tam da akşamüstü esintisi hâlini almışken bu yalnızlıktan sıyrılıverdim. Önce ev arkadaşlarımla, sonra okul arkadaşlarımla, daha sonra sokaktan geçen hiç tanımadığım insanlarla bile garip bir bağ oluşmuştu aramda. Sabahları Fransızca müzikler ve kahve kokularıyla gözlerimi açıyordum. Oda arkadaşım Louise birkaç pankek de bana yapıyordu ve saatlerce muhabbet ediyorduk. Bazen bu sohbetlere dalıp derslerimi kaçırıyordum, ama o kadar mutluydum ki, dersler hiç de umurumda olmuyordu açıkçası.

Bu kadar saat ne konuştuğumuzu merak ediyorsanız hemen açıklayayım. Louise uluslararası bir şeyler okuyordu. Ve kendisi okumayı, araştırmayı seven, dünyanın geleceği ve insanoğluyla ilgili endişelere sahip, çok anlayışlı, dimağı gelişmiş bir kız olduğu için pek çok konuda fikir sahibiydi. Ve fikirlerimiz o kadar uyuşuyordu ki, onunla konuşurken hiç kendimden ve kimliğimden sıyrılma ihtiyacı hissetmiyordum. Öğlene doğru kendime sağlıklı ve lezzetli yemekler hazırlıyordum. Küçücük mutfağımızın mükemmel manzarasıyla baş başa yiyordum yemeğimi. Şimdi düşününce, kendimi sanki o camın önünde mevsimlerce oturmuşum ve karla kaplı ağaçların çiçek açışını anbean izlemişim gibi hissediyorum. Akşamüzeri partiye gitmek için eve dönen arkadaşlarımla muhabbet ediyordum. Bazen ayaküstü Türk kahvesi yapıyordum onlara, günlerimizin nasıl geçtiğini ve son havadisleri paylaşıyorduk. Akşamlarıysa artık tamamen yalnız kalıyordum ve mario oynuyordum.

Her günüm böyle evde geçmiyordu tabiî ki, fakat onlar da bana kalsın. Her güzel şeyin bir sonu olduğu gibi Çekya’daki günlerim de sona yaklaşıyordu. Beni saran dinginlik ve huzurla tren istasyonlarında otururken, bir yandan kalan zamanımı güzel geçirmek bir yandan da geri dönüşe hazırlanmak için düşüncelere dalıyordum.

Devam edecek…

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*