Bizim evimizde televizyon yoktur eskiden beri. Salona girince sağdaki duvarı boydan boya bir kütüphane kaplar. Her kitap yıllar içinde yerini almıştır. Farklı yıl ve baskılarıyla Risale-i Nur Külliyatı hemen sol üst raftadır. Sağ tarafta çeşitli ansiklopediler, hadis kitapları, Kur’ân’lar, romanlar; envai çeşit diğer kitaplarla birlikte kütüphaneyi doldurur. Dedim ya, her kitabın belli bir yeri vardır diye, bazen o bilindik yerlerdeki kitapları incelediğimde daha önce hiç görmediğim “o” kitabı fark ederim.
“Türkiye’ye Aşk Mektuplarım” da öyle oldu biraz. Kültür Bakanlığı tarafından basılmış incecik bir kitap. Yazarı ise bir İtalyan; Anna Masala. Üstelik ordinaryüs profesörmüş. Türk dostu bu İtalyan Hanımefendi’nin gözleriyle eski İstanbul’a bir kez daha bakalım mı?
Önceleri İslâm Tarihi üzerine çalışmak isteyen Masala, üniversitedeki hocasının “Akdeniz’de İslâm tarihi yüzyıllar boyunca Türkçe konuştu” demesi üzerine, kendi deyimiyle önceleri “sevgisiz, ilgisiz sonra saygıyla, en sonunda büyük sevgiyle” tarihimizi ve dilimizi okumuş, Roma Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı profesörü olmuş. Peşine takılıp geçmişe gideceğimiz kişiyi tanıdıysak yolculuğa başlayabiliriz. İlk durağımız Beyazıt.
“Beyazıt Camii’nden ve daha sonra da üniversitesinden çıkınca çınar altındaki küçük mavi bir masaya otururdum. Orada her zaman dostlara rastlardım. Derhal altın rengi çay bardakları gelir ve sohbet başlardı. Bazen Fatih Kütüphanesi’nden çıkan profesör veya araştırmacılar bizle birlikte çay içerlerdi. Altmışlı yıllarda çınar altı, modern İstanbul’da eskilerden bir köşeydi, garip bir havası vardı; uzak masalarda geçmişten birileri otururdu; simit satıcısı veya güvercinler için mısır satan kadın bile geçen yüzyıldan kalma gibiydiler. Her zaman saz çalan biri vardı ve fikirler, sözler ve mısralar çay bardaklarının etrafında dönerdi. Hiç kimse siyasetten ve dinden bahsetmezdi.”
Beyazıt’tan Kapalı Çarşı’ya geçiyoruz:
“Kapalı Çarşı sadece Türk işçiliğinin müzesi değil, Türk hoşgörüsünün de simgesidir. Mûsevî antikacının yanında Ermeni kuyumcunun dükkânı yer alır. Kıymetli taş satan Bulgarsa, saz satıcısı Sivaslı’dır. Dünyadaki her millet, dünyanın her milletine orada malını satabilir; çünkü İstanbul’un Kapalı Çarşı’sı dünyanın ta kendisidir.”
Masala’nın çok hoşuma giden tespitleri var. Belki de Türk olmadığı hâlde bu tespitleri yapabilmiş olmasıdır güzel olan. Mesela şimdi okuyacağınız tespit gibi:
“İstanbul’un bütün bakkalları filozof olup, siyaset ve spordan da anlar, halk ilaçlarını da iyi bilirler. Mideniz ağrırsa bakkala danışabilirsiniz, belki biraz nane ve limon tavsiye eder, iyi sonuç kesindir.
…Bakkallar günlük hayatın merkezi ve direğidir. Hiçbir zaman kapanmaz gibi gelir insana, çünkü gece saat on birde ayakkabı bağına ihtiyacınız olsa, iner bakkaldan alırsınız.”
Bakkal demişken:
“Benim eski İstanbul’umda elli kuruşa yolda tartılır, bir liraya tansiyoncuda tansiyonunuzu ölçtürebilirdiniz.”
Zamanında tansiyoncu gibi bir meslek olması garip tabiî. Aaa, taksi mi o?
“1960’larda hiç taksiye binmiyordum, zaten uzaktan onları tanıyabilmek çok zordu. Bugün sokaklarda, caddelerde dolaşan Murat marka sarı taksiler gibi değildi o zamanlar. O zamanlarda taksiler dışı pırıl pırıl, içi boncuk, kurdele çiçek, küçük halılar ve Kur’ânlarla dolu, müzelere lâyık eski Amerikan otomobilleriydi.”
Şehirler arası otobüse de binelim, yavaş yavaş bitiriyoruz:
“…otobüslerde klima cihazları yoktu, şoförler pilot gibi giyinmiyordu, ama her zaman menba suyu şişeleriyle dolu buzdolapları vardı. Bir çocuk herkese limon kolonyası ve karamela dağıtırdı. Karamelalar her renktendi. Önceleri nane şekeri diye ben hep yeşilleri veya portakal ve çilek diye kırmızıları seçiyordum. Sonunda hepsinin limon tadında olduğunu anlayınca bir daha seçmedim.”
Seçtiğimiz son tespit misafirperverlik üzerine ve Gaziantep’te geçiyor. İyi okumalar:
İlk yorumu siz yazın