Artık her şey san’at mı?

San’atın tanımı, san’attan anladıklarımız, san’atı neden ve nasıl ürettiğimiz insanlık tarihi boyunca şekilden şekle girmiş, ancak hepsinin bir ortak noktası var. Doğu da Batı da, antik ve modern de san’atın tanımı gereği “insan yapımı” olması konusunda ortaklaşıyorlar, en azından yapay zekâlar hayatımıza girene kadar daha da sakindi bu tartışmalar.

İnsan, kendine dönük ve üzerine düşünen bir varlık olunca, insan üretimi olan herhangi bir şey gibi san’at da insanlık üzerine tefekkür etmeden geçemiyor. San’at, insanın üretme kapasitesinden başlayarak kendi zeminini sallama yetisine kadar bir dizi bağlamda farklı değerler alıyor.

San’at, ustalık gerektiren iş anlamına geliyor, hâl böyle olunca san’at eseri de tarihin büyük bir bölümünde ustalığın gösterildiği yapıtlar olarak tanımlanıyor. Özellikle insanlık hikâyesinin en başında, bir eser, ustasının hünerini ne kadar yansıtabilirse, ne kadar “doğru” yapılmışsa o kadar kıymetli sayılıyor. Peki neden üretiliyor, nerede kullanılıyor bu san’at o çağlarda?

Kaynaklar bize san’atın “kullanım alanının” sıklıkla dinî ritüeller olduğunu söylüyor. Pagan inanışlardan tek tanrılı dinlere kadar pek çok inanışta özenle üretilmiş nesneler ritüellerin bir parçası olarak yerini almış. Maskelerden çömleklere, duvar resimlerinden heybetli tapınaklara, tavan mozaiklerinden şiir ve tiyatrolara kadar pek çok yapıttan bahsediyoruz. Özellikle malzeme ve sergileme alanı gerektiren görsel ve plastik san’atlara dinî veya politik düzlemlerde çokça rastlıyoruz. Malzemeleri ve san’at üreterek hayatını sürdürme şansı herkese ulaşılabilir olmadığından san’at, dinî veya siyasî otoriteler tarafından fonlanıyor. Krallar heykellerini yaptırıyor, kiliseler freskler ve mozaiklerle süsleniyor ve bu eserlerin dönemin en iyi işçilik ve hünerini yansıtmasına dikkat ediliyor. Açık mesajlar verme kaygısı taşıyan bu eserlerde yaratıcılık ve özgünlük bir kriter değil, hedeflenenin tam tersi. San’atçı günümüzde olduğu gibi bağımsız bir karakter değil, nitelikli bir işçi. Orta Çağ’a kadar büyük oranda işlevsellik ve hüner sergilemek üzerine kurulu olan san’at anlayışı, orta sınıfın yükselmesi ile birlikte yeni bir yön alıyor. Yeni bir patronaj mekanizması gelişiyor ve san’atın kimin ve ne için üretildiği ile değeri tekrar tanımlanıyor. Örneğin, ücretini karşılayabilen zengin orta sınıf bir tüccar portresini yaptırabiliyor ve o zamana kadar san’atın konusu olan şeylere bir yenisi ekleniyor. “Boş zaman” kavramının ortaya çıkışıyla birlikte insanlar daha az işlevsel san’at türlerini de benimsemeye ve üretmeye başlıyorlar.

Ancak işin bir de resmî olmayan tarafı var. Halk arasında her zaman hikâyeler, şiirler ve tiyatrolar sözlü kültürün meyveleri olarak her mevsim yenileniyor, fıtratı güzeli seven ve isteyen insan kendine çeşit çeşit takılar yapıyor, evinin duvarlarını desenlerle süslüyor, unutmak istemediği hikâyeleri çömleklere işliyor. Bunun arkasındaki motivasyonda ise birden fazla mekanizma işliyor: Kendimizi ifade etmek, varoluşumuzu anlamlandırmak, onunla barışmaya, yaşamaya çalışmak, yeri geldiğinde ise hiçbiri. Zaman zaman ve yer yer hepsi anlamına gelmiş san’at. Coğrafyaya göre ciddi farklılıklar gösteren yapıtları ve motivasyonları tek bir anlatıya sığdırmak tabiî ki mümkün değil. San’atın tanımının yapılmasını ve günümüzde konumlandırılmasını bu kadar zorlaştıran da bu.

“İnsan bilincinin bir dışavurumu”, “insanî-İlâhî olan arasındaki ilişkiyi irdeleme çabası”, “insan olmaya dair bir anlam arayışı” gibi tekli soyut tanımlarla anlatmanın da beyhude olduğunu anladığımızdan beri san’atın ne olduğundan ziyade bizde nasıl bir etki bıraktığına odaklanır olduk. Yapıtların konusu ve kimin için hangi yollarla üretildiği bir kez daha güncellendi.

Bu anlatıda bulunduğumuz noktada özgünlük bir kez daha önemini yitirdi ve patronaj sistemi bu sefer çevrimiçi platformlarda dirildi. İzleyicisine ulaştığı yöntemler sabit olmadığından eserin sebep olduğu etki birincil plana çıktı. Modern ve çağdaş sanatın yaptığı da çoğunlukla bu odak üzerinden ilerliyor. Bize işlevsel, açık mesajlar veren, keskin anlamlar içeren, maharete vurgu yapan yapıtlar vermek yerine sorması zor soruları sordurtma ve karşısında duran kitleyi aktif olarak san’at prosesine dahil etme dürtüsüyle çalışıyorlar.

Sık sık “Artık her şey de san’at oldu, çağdaş san’at çok saçma” gibi tepkilerle karşılaşmamızın sebebi de, bir yandan bu katmanlı yaratı sürecinin izleyicisinden beklentisi, hatta eseri dönüştürücü etkisi. Sordurttuğu soruların içimizde nasıl karşılıklar bulduğu, insan olmanın, düşünme ve üretme kapasitesinin bize yüklediği sorumlulukların muhakemesi, anlamın ve anlamsızlığın sorgulanması bu sürecin bir parçası ve zaman zaman yorucu bir süreç.

Duygularımızı çıkarıp bir tuvalde görmek, baş etme mekanizmalarımızı bir oyunda izlemek, kendimizi kitaplarda okumak, filmlerde seyretmek her zaman kolay değil. Clarice Lispector’ın Yıldızın Saati adlı deneysel romanında sessizce sorduğu bir soru gibi “Bir canavar mıyım ben, yoksa insan olmak mı bu?” Cümleler akıp giderken herhangi bir soruya benziyor, ancak çarpıcılığı bizi biz yapan şeyleri sorgulamaya ve adlandırmaya itiyor, ayağımızı bastığımız zemini sarsıyor.

Canavarın ne olduğunu bilebilmek için canavarı da yapıyoruz, sonra kendimizi anlamlandırabiliyoruz. San’at bize bu zıtlıkları ve alternatifleri içerebildiğimiz ve inceleyebildiğimiz bir alan sağlıyor. Bu alanda bir nevi yaşam simülasyonu oluşturarak insan olmanın farklı yönlerinin ayırdına varıyoruz. Çağdaş dünyada san’at, tüm bunlara açık bir dünya olma kapasitesi barındırıyor.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*