Beşer taşar

2002 yapımı Equilibrium1 filminde yıllardır aklımdan çıkmayan bir sahne vardır. Film, duyguların bütün kötülüklerin kaynağı olarak görüldüğü ve herkesin zorunlu olarak duyguları iptal eden bir ilaç aldığı distopik bir evrende geçer. Duygu uyandıracak her şey yasaktır, buna san’at da dâhil.

Duyguların kötülüğüne can-ı gönülden inanmış ve bütün hayatını bu sisteme hizmet ederek geçirmiş kahramanımız, bir gün san’at eserleriyle dolu bir depo keşfeder ve olanlar olur. Gördükleri karşısında yaşadığı şok, Beethoven’ın 9. Senfonisi’ni duymasıyla doruk noktaya ulaşır; haşyet ve göz yaşları içinde bulduğu yere çöküverir. Bu sahne bana san’atın ne demek olduğunu düşündürüyor yıllardır.2

San’atın, insanlık tarihi boyunca vazgeçilmez ve önlenemez bir konumda oluşu; şimdi eserleri ile andığımız pek çok san’atkârın yaşamları boyunca bütün imkânları ellerinin tersiyle itip sefalet ve fakirlik içinde, ancak san’atlarından vazgeçmeden yaşamayı seçmiş olmaları beni bir noktaya götürdü: San’at, insanın bir ihtiyacı. İnsan, ancak tüm benliği ile ihtiyaç duyduğu bir meselede bu kadar tutkulu ve tutarlı olabilir.

Başka bir zamanın, başka bir kültürün, başka bir coğrafyanın çocuğu olan birinin, benim duygularıma dokunabiliyor oluşu büyüleyici. Zamanın ve mekânın bentlerini aşıp geliyor insan. “Beni bulamazsan üzülme; kestiğim taşları, açtığım yolları, işlediğim heykelleri bulacaksın. Ve göreceksin ki, binlerce yıl öteden parmak izlerimiz değecek birbirine” demiş 3000 yıl önce bir şair. Hiç tanımadığım bir yazar, tam da ruhuma denk düşen kelimeleri bulmuş, benim hâlimi tasvir etmiş beni bilmeden. Adını bile bilmediğim bir ressamın resmi, iç dünyamda yeni koylar keşfettirmiş bana her baktığımda. Ne teknik ne tarih bilmeye ihtiyacım var, bir san’at eserini hissedebilmek için. San’at, insanın içinde, aklın sınırlarının ötesinde bir yere hitap ediyor. Anlamak yalnızca akılla olmaz; bir ud sesi içimi titrettiğinde anladığım aklımda değil, kalbimde.

Viktor Frankl’ın İnsanın Anlam Arayışı kitabında tüylerimi diken diken eden bir sahne var. Bir akşam, zorla çalıştırıldıkları inşaattan dönen esirler, yorgunluk ve açlıktan bitap düşmüş bir hâlde toplama kampındaki kulübelerinde dinlenmeye çalışırlarken, bir esir heyecanla içeriye dalar ve herkesin dışarı çıkması gerektiğini, mutlaka görmeleri gereken bir şey olduğunu söyler. Görülmesi gereken şey bir renk cümbüşü ile muhteşem bir manzarada batmakta olan güneştir.

Frankl, sevdikleri herkesten, bir daha görüşmemek ve hiç haber almamak üzerine koparılmış, açlık, işkence ve sefalet içinde yarım yamalak bir hayata mahkûm edilmiş bu insanların ve kendisinin, bunca şeye rağmen gün batımı karşısında bu haşyet ve takdir duygularını hayretle fark eder. Hangi zamanda, nerede, nasıl koşullarda olursa olsun, bütün insanların ortak bir biçimde paylaştıkları; neler bildiklerinden ve nelere sahip olduklarından bağımsız olarak, her şahit olanın aklı ile değil de çok daha derininde duyumsayıp anladığı bir mesele.

Bediüzzaman’ın Sani’e yaptığı keskin ve ısrarlı vurguyu anlamak; aydınlanmacı, bilimi ve bilimsel bilgiyi her şeyin üzerinde tutan bir eğitimden geçmiş olan zihinler için zor. Oysa cevabı zihinle aramak meseleyi girift hâle getiriyor. Mesele şu: San’at, büyük bir delil. Belki de en büyüklerden, çünkü kimseyi ayırt etmeden, şahit olan herkese kendini gösteriyor, delil olduğunu fark etsen de etmesen de. Öyle ki, kimileri bu delil karşısında o kadar dolup taşıyor ki, anlatmadan duramıyor. Yazmak, çizmek, söylemek, nasıl anladıysa öyle aktarmak zorunda hissediyor kendisini. Bunca ısrar, bunca çaba, şahit olduğuna herkesi şahit tutmak istediği için. Başka nasıl açıklanır; onca san’atçının zerre menfaatini görmeden bu kadar büyük bir heyecan ve tutkuyla, belki hayatları pahasına san’atlarını icra etmeye çalışmaları ve yıllar sonra bile hâlâ eserlerinin birçokları için bir mânâ ifade etmesi, bilmiyorum.

Öyle geliyor ki, san’at, müthiş bir cömertlik. Herkes için ulaşılabilir; bir gün batımı, bir kuş sesi, hisseden bir kalpten daha fazlasını istemiyor anlaşılmak için. Neye inandığın, neler bildiğin, hangi zamanda ve nerede yaşadığın, ne kadar zeki olduğun, hangi imkânlara sahip olduğun vesaire, hiç önemli değil. Önemli olan, kalbinle anlamaya olan ihtiyacının ne kadar farkında olduğun.

Dipnotlar:
1) Film, Türkçe’ye “İsyan” diye çevrildi, ancak “Equilibrium” kelimesi “entelektüel veya duygusal olarak dengede olma hâli, muvazene” anlamına geliyor.
2) Herkes İçin Sanat köşemiz de bu sorgulamanın bir meyvesi.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*