San’at konuşur, san’at görünenin ardındakine işaret eder, san’at mânâyı ifade eder. Rollo May, Yaratma Cesareti adlı kitabında san’atın özünü oluşturan otantik yaratıcılığı “tanrılarla yapılan kıyasıya bir cenk” olarak yorumlar. San’at tanrılarla bir kıyas mıdır, yoksa san’atçı asla kazanamayacağı bir yarışa mı girmiştir? Peki san’atçının san’atı ve tanrının san’atı aynı cinsten midir? San’at bir başkaldırı mıdır? Yoksa san’at edimi bir eserin, eser inşa çabasından mı ibarettir? “Tanrılarla savaşma” ifadesinden kastedilen nedir?
İnsan, yolculuğunda “kâinat” ile karşılaşır, yolu yaratılmış ile kesişir. Bu, sıradan bir karşılaşma değildir. Nihayetsiz bir tazelenme, hızlı bir değişim, dehşetli bir hareket ile hayretli bir karşılaşmadır. İnsan olmaya niyetlenen insan, kâinat ile karşılaşır ve hayret duyar. Hayret ise bir hâl olduğu kadar bir sorudur da, “Neden?”
“Neden olanlar oluyor? Gelenler gidiyor? Her şey her an değişiyor?”
Kur’ân’da O’nun (cc) san’at yapışını ifade edecek şekilde “sun” kelimesi kullanılır. Sun, bir fiili güzel, uygun ya da mükemmel bir şekilde yapmak anlamına gelir. Her “sun” bir fiildir, fakat her fiil bir “sun” değildir. Fiil sözcüğü hayvanlara ve cansızlara nispet edilerek kullanılırken “sun” sözcüğü ise bunlara nispet edilerek kullanılmaz.1 Risale-i Nur’da da en çok zikredilen isimlerden biri olan Sani’ esması “sun” fiiline dayanır.
Genelde san’atı estetik güzellik olarak tanımlamaya meyilliyizdir. Ancak Sani’ esması diğer esmaları da kapsar ve başka başka esmalarla bağlıdır. Zira Neml Sûresi’ndeki “…her şey’i itkan eden Allah’ın sun’u” âyeti de bu hakikati izah eder. San’at, her şeyin kendisine has en uygun ve mükemmel şekilde yapılmasını gerektirir. Aslında, yaratılmış her bir şey en zahir şekliyle bir san’at eseridir. Her bir yaratılmış üzerinde tecellî eden pek çok esmayı Sani’ ismiyle bağlı ve birlikte gösterir. Sani’ ismi dolayısıyla san’at, yaratılışın her yanına nüfuz etmiştir.
“Eşyadaki sıfatlar, san’atlar dahi, herbiri birer isme dayanıyor. Hattâ, hakikî fenn-i hikmet Hakîm ismine ve hakikatli fenn-i tıp Şâfî ismine ve fenn-i hendese Mukaddir ismine ve hâkezâ, her bir fen bir isme dayandığı ve onda nihayet bulduğu gibi, bütün fünun ve kemâlât-ı beşeriye ve tabakat-ı kümmelîn-i insaniyenin hakikatleri esmâ-i İlâhiyeye istinad eder.”2 Risale-i Nur’un bu ifadesi san’atın hakikatine işaret ediyor; eşyanın hakikatindeki pek çok ismin aslında direkt birer san’at olduğunu gösteriyor.
Bir eşyada, durumda tecellî eden esma aslında o durumun san’atıdır, en mükemmel yapılışıdır. Bir masnu-mevcut o esmanın o şekilde tecellî etmesiyle en güzel ve en mükemmel olacağı için, olduğu gibi yaratılmıştır. Yani bir eşyadaki san’at onun yalnızca “güzel” görünüşünde değil, hakikatinde barındırdığı-dayandığı ona mutabık esmadadır. Eşyanın hakikatindeki esma onun san’atıdır. San’atın eşyaya-kâinata bakışta ilk göze çarpan hakikat olması, parlaması ile dikkati çekmesi onu dışa ait yapmaz, aksine san’at eşyanın hakikatine ait olduğu için gizlenemeyecek kadar zahir ve görünürdür. Öyleyse eşyadaki san’atlı yapılış bir süsten-makyajdan ibaret değildir.
Masnu kelimesi “sane’a” kökünden geliyor, “sane’a”ya benzer bir söyleyişe-okunuşa sahip sanem kelimesi ise bambaşka bir mânâya çıkıyor. Masnu Yaratıcı’ya yakınlaştırırken, sanem O’ndan (cc) uzaklaştırıyor. Sanem kelimesi, Allah’a yakınlaşma vesilesi görülerek ibadet edilen put anlamına gelir. Allah’ın dışında ibadet edilen her şeye, hatta O’ndan (cc) uzaklaştırıp meşgul eden her şeye “sanem” denir. Aslında kâinatın hiçbir cüz’ü, hiçbir eşya kendi zatında sanem olamaz. Her şey, her bir nakış O’nun (cc) nazarına sunulması ve zişuurun seyretmesi-okuması için nakşediliyor. Ancak insan, nazarıyla mevcudatı masnu derecesinden sanem derekesine indirebiliyor.
Okunulmayana tapılır, anlaşılmayan güzellenir, bilinmeyen mübalağa ile kıymetsizleştirilir, olduğu şeyden başka bir şeye dönüştürülür. Öyleyse san’at, dolayısıyla kâinatın “masnu” adındaki her bir parçası “anlaşılmak” içindir. Kâinatın dilini öğrenenler, bilenler o san’at eserlerini okuyabilir ve anlayabilir. Okumayı öğrenme zahmetinden kaçınmak, san’at eserini saneme dönüştürme tehlikesini de beraberinde getirir.
Rollo May, Yaratma Cesareti adlı kitabında şöyle der: “Herhangi bir tarih döneminin psikolojik ve tinsel mizacını anlamak istiyorsanız, bunu o dönemin san’atının derinlerinde aramaktan daha iyisini yapamazsınız.”3 Nasıl insanın san’atı insaniyetin ruhu hakkında bir kavrayış sağlıyorsa, O’nun (cc) asarına bakmak da O’nu (cc) bilebilmemiz için en iyi yöntemlerden biridir.
Kâinatın mizacını, amacını, anlamını, san’atçısını keşfetmek isteyen insanın; kâinat adlı durmaksızın yenilenen, hareketli, değişken san’at eserinin derinine-dikeyine bakmaktan, kâinatın kuyusuna inmekten başka çaresi yoktur. Yüzeyde kurulan her bir bağ, yataydaki her bir bakış insanı o “anlam”a yakınlaştırmaktan ziyade, “adem-abes”e sürükler.
San’at, basit bir lezzet vermekten ötesidir, okunmayı ve anlaşılmayı bekler; san’atlı yaratılış “görünmek-okunmak-anlaşılmak” için dikkatimizi çeker. Allah’ın hiçbir san’atı anlamdan âzâde değildir; keşfedilmeyi, okunmayı bekler. Kâinat isimli san’at galerisindeki faaliyet, hareket, gelişler ve gidişler O’nun (cc) san’atının sessizce konuşmasından ve konuşturmasından başka bir şey değildir. Gökteki her an tazelenen manzara, deniz yüzündeki dalgalanmalar ve akisler, insan yüzünde beliren çizgiler, dökülen yapraklar, uçuşan bir kelebek aslında hareketleriyle O’nun (cc) san’atını anlatıyorlar, tesbihlerini ifade ediyorlar.
Risale-i Nur’da “san’atı” ifade edecek-vurgulayacak şekilde “nakış” kavramı çokça kullanılır. Kâinat her an bir Nakkaş-ı Ezelî tarafından nakış nakış işlenmekte, renkli bir halı gibi ilmek ilmek dokunmaktadır. Harf kelimesi “nakş etmek” anlamına gelir. Öyleyse O’nun (cc) san’atı-nakışı harf harf nakş olunmaktadır, masnuat mütalaa için yazılmaktadır. Hakîm ve Sani’ isimleri birlikte tecellî etmektedir. Bu yüzden O’nun (cc) san’atının hiçbir cihetinde, aşamasında, anında çirkinlik-anlamsızlık-abesiyet yoktur. Oysa “Beşerin san’atı olan bir şey, bidayette çirkin ve gayr-ı muntazam olur, sonra yavaş yavaş intizama sokulur.”4
Bunca san’atlı yazı, mânâlı nakış, değişken masnu O’nun (cc) “Ben gizli bir hazine idim; bilinmek istedim, mahlukatı yarattım”5 kelâmına işaret eder. Hayret duyabilen, güzeli fark eden, soru sorabilen, kâinatın dilini öğrenebilen, merak eden, hisseden, san’ata duyarlı, ene ve şuur sahibi “insan” bunun ile vazifeli, bu emanet ile yükümlüdür. Bu noktada hem kâinatın en antika san’at eseridir, hem de masnuat ve dahi kendisinin üzerindeki san’atın farkına varabilecek kabiliyettedir.
Ene Risalesi’nde Yaratıcı’nın esma ve sıfatlarının mahiyetlerini “yavaş yavaş” anlamaya vurgu yapılır. Bunu, bir insanın kendi Rabbisini-İlahını yavaş yavaş anlaması olarak düşünebileceğimiz gibi büyük bir insan olan kâinatın, belki insaniyetin şahs-ı manevisinin O’nu (cc) anlamasının da “yavaş yavaş” olacağı-olduğu şeklinde yorumlayabiliriz.
Kâinatın ömrü O’nun (cc) “sun”unun ve dolayısıyla O’nun (cc) anlaşılma yolculuğundan ibarettir. Tüm yaratılış, bütün oluş, her san’at bu yavaş yavaş anlamanın bir adımı, bir nefesi, bir harfi, bir ânı, bir anısıdır.
San’atçı, san’atın hem yapan hem gözlemleyen tarafındadır. Bir san’at eserini ilk gören-ilk bilen aslında kendi san’atçısıdır.
San’atçı, san’atını başkalarına sergilemek istemesinin yanında kendi nazarına da sunar. “Her bir masnuun en mühim gayeleri Sâni’ine bakar; O’nun kemâlât-ı san’atını ve nukuş-u esmâsını ve murassaât-ı hikmetini ve hedâyâ-yı rahmetini O’nun nazarına arz etmek ve cemâl ve kemâline bir âyine olmaktır, bildim”6 satırları da bu hakikatin altını çizmektedir.
Öyleyse insan için böyle bir San’atkâr’ın (cc) eseri olmak ve O’nun (cc) nazarına arz olunmak en yüksek ve parlak bir neş’e olsa gerek.
Üzerinizden san’ata şahit olma hayreti, san’at olma neş’esi hiç eksik olmasın…
İlk yorumu siz yazın