Beni film yapmaya kışkırtan şey, halk içinde Hak ile beraber olmaktı

Film-dizi yönetmeni ve yapımcı Nazif Tunç ile ödüllü son filmi Karınca özelinde, sinema üzerine uzun bir röportaj yaptık. Nazif Tunç’un Karınca filmi, Dünya Basın Mensupları Derneği (DBMD) tarafından “Yılın En İyi Filmi” (2019) dalında ödüle lâyık görüldü. 20 Şubat’ta yapılan galasına da katıldığımız Karınca filmi, bu toprakların acı bir hikâyesini ümitli bir çıkış yolu ile anlatıyor. Halk Film stüdyosunda gerçekleştirdiğimiz bu dolu dolu röportajımızı istifadenize sunuyoruz. Keyifli okumalar dileriz.

NAZİF TUNÇ KİMDİR?

1964 Tekirdağ, Malkara doğumlu olan Nazif Tunç, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni bitirdi. Bir süre gazetelerde sinema eleştirmenliği yaptı. 1991 yılından bu yana film ve dizi yönetmenliği yapmaktadır. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi, Sinema-Televizyon Bölümü’nde Film Yapım-Yönetim dersleri verdi. 2012’de Malatya Film Festivali Danışma Kurulu üyeliği yaptı. 2014-2016 yılları arasında Kültür Bakanlığı Sinema Destekleme Kurulunda görev aldı. TRT’de çalıştı. “Milli Mücadele Romanının Sinemaya Uyarlanması” tez çalışması konusudur. Film Yapımcıları Meslek Birliği’nde (FİYAB) Yönetim Kurulu üyesi ve başkan yardımcısıdır. “Halk içinde Hak ile birlikte” ilkesiyle Halk Film’i kurdu. Türk milletinin tarihsel gelişimine, ulusal kültürüne, inanç, irfan geleneğine ve medeniyet tasavvuruna dayanan konularda güncel ve tarihî senaryoları sinemaya aktarmayı sürdürüyor.

Size göre sinema ne içindir?

Bizim doğu sanatlarında tek bir şey var, o da; İlâhî Kelâm’a dayanan, Sünnetullah’a dayanan bir önerme ve çözüm. Orada muhatap insandır. Muhatabı insan olmayan iş zaten çok da itibarlı değildir. Bu yüzden bütün doğu anlatılarına, edebiyatına bakın, mutlaka faydalı bir yere götürmek, bir iyiliğe götürmek, bir rahmete kavuşturmakla ilgili çaba vardır. Mesela bir aşk şiirini düşünelim, o aşk şiiri İlâhî aşka ulaştırmak için bir merdivendir. Bir mesnevi öyküsüne bakın, mutlaka iyiliğe-güzelliğe, faydalı olana, insanın olgunlaşmasına-gelişmesine basamak olacak bir anlatıdır.

Bu yüzden biz, çok güzel bir aşk filmi, çok güzel bir macera filmi yapmak hevesinde değiliz. Mutlaka o öyküde; kıssadan hisse, ibretlik, faydalı olan, insanı iyiliğe yönelten ne olacak, duaya sebep ne olacak, bunun arayışında oldum hep. Sanat için sanat yapmak, sadece güzel bir film yapmak, tek başına hiçbir zaman bize yetmedi. Bu bütün doğu sanatlarında var olan bir şey. Bir mimar bir cami düşünürken, bir külliye düşünürken onun toplumsal faydasını her şeyin üstünde tutar. Mimarî güzelliği faydaya terk etmez. Bu yüzden bizim için, filmlerin, halk için yapılması, milletin seyredebileceği yakınlıkta, duyguda, âhenkte olması tercih ettiğimiz, öncelediğimiz bir meseledir.

Kendinize yakın bulduğunuz, etkilendiğiniz yönetmenler var mı?

Biz ilk filmimizi yapana kadar, bizden önce yapılmış olan bütün filmlerin yerini bulmadığını ve çöp olduğunu düşünürdük. “Biz ilk filmimizi yapacağız ve bundan sonra meydan sinemacı görecek” diye bir kuruntu içindeydik. Ama ilk filmimizi yaptıktan sonra, bizden önce yapılmış bütün filmlerin aslında değerli bir çaba, bir şaheser olduğunu düşünmeye başladık.

Çünkü film yapmak gerçekten çetin bir iştir ve bir kavgaya-savaşa dönüştürülmüştür. Dolayısıyla, bir filmi yapmayı başaran her insanın, hem emeğiyle hem umuduyla hem tutkusuyla ilgili bir şeyleri hak ettiğini düşünüyoruz.

İllaki takip ettiğimiz yönetmenler var. Dünyadan var, Türkiye’den var. Ben kendi aktığım mecraya her bakımdan uygun bir üslupta, tarzda, dilde, inançta bir yönetmen olduğu için Yücel Çakmaklı’yı, Salih Diriklik’i, Mesut Uçakan’ı, İsmail Güneş’i Türk sinemasının değerli yönetmenleri olarak anarım. Metin Erksan, Zeki Ökten, Lütfi Akad, Nuri Bilge Ceylan, Semih Kaplanoğlu gibi isimler şu anda ürettikleriyle kalburüstünde kalan, geleceğe de kalacak olan değerli yönetmenlerdir.

Bunların dışında, bir nebze daha kendimi neye yakın hissederim; milletin duygularına, irfanına, tarihine, inancına, yaşayışına saygı duyan Yeşilçam yönetmenlerini de bu listeye koyarım. Yurt dışından önemli yönetmenler de var. Bizim daha çok etkilendiğimiz 1970’lerin İtalyan sineması. İtalyan sineması De Sica’larla Pasolini’lerle, Bertolucci’lerle dünya sanat sinemasını var etmiş insanlar.

Beni besleyen çoğunlukla edebiyat oldu

Sinema bir eğlence sanatı. İlk keşfedildiğinden bu yana, şapkadan tavşan çıkarmakla ilgili sihirbazlıkların yapıldığı bir yer olarak görülmüş. Toplumsal meseleleri tezli biçimde, ideolojik biçimde ve fikriyatıyla ortaya koyan filmler, İtalya’da De Sica ile başlıyor. Ama daha öncesinde de yer yer sinemayı bir eğlence aracı olmaktan çıkaran, sanat ve düşünce birimleri olarak gören yönetmenler oldu.

İlk defa İtalya’da bunu görüyoruz yani. Sonra Fransa Yeni Dalga ile katıldı buna. Bütün bunlar bir dışa vurum elbette. Fransa’da başka türlü öne çıkıyor, İtalya’da başka türlü öne çıkıyor. Türkiye’de başka türlü, Mısır’da başka türlü, Hindistan’da başka türlü, Amerika’da başka türlü öne çıkıyor. Ama biz, sinemanın altın çağını yaşadığı ve çağ filmleri olarak tabir ettiğimiz, büyük auteur yönetmenlerin çıktığı dönemi 70’li yıllar olarak kabul ediyoruz.

Bugün İtalyan Sineması, hem sanat bakımından hem de halk tarafından bu eserlerin izlenmesi ve kurduğu köprü bakımından bizi çok etkilemiş, kişisel olarak da beni çok etkilemiş bir sinemadır.

Yani bugün kovboy filmi, Western filmi diye hafifsediğimiz Bir Avuç Dolar’ın, Bir Zamanlar Batı’da’nın yönetmeni Sergio Leone bile şu anda bir auteur yönetmendir. Bir üslubu var, bir tarzı var. Yani geriye baktığımızda Spagetti Western yapmış yönetmenler bile değerli kılınmış. Beni Kurosava da, Bergman da, Rus yönetmen Sergey Bondarchuk da çok besleyen yönetmenlerden oldu.

Ama beni besleyen, sinemadan ziyade edebiyat oldu. Ben ağzımı edebiyat memesine dayamış, buradan dolu dolu besleyici sütler emmeyi daha çok seven bir adamım. Çünkü sinema filmini seyrettiğiniz zaman, öyle ya da böyle yönetmeni tarafından kurulmuş, sınırları çizilmiş bir hayâl görürsünüz. O hayâli aşamazsınız. Yönetmen orada bütün sınırları göstermiştir. Ne kadar güzel ne kadar yeni ne kadar özgün bir film olursa olsun, ancak o sınırların içinde kalırsın. Ancak edebiyat böyle değildir. Edebiyat, her okuduğunda sana bambaşka tatlar, bambaşka lezzetler, keşifler yaptıran metinlerdir. Kendi hayâl gücünün ulaşabildiği yer neresiyse oraya kadar gitmekle ilgili bir serbestiyet, bir yetenek içerisindesin. O senin tamamen kendi muhayyeline kalmış bir meseledir. Bu yüzden ben sinemadan çok edebiyatı önde tutmuşumdur. Okumakla, edebiyatı keşfetmekle bu işin daha genişleyeceğine, yönetmenlerin daha güzel filmler yapacağına inanan bir adamım. Herkesin geçebileceği edebiyat mecralarından, okumalarından ben de geçtim.

Türk Edebiyatı’nı, Rus Edebiyatı’nı, Fransız Edebiyatı’nı -Balzac’ın İnsanlık Komedyası adlı 95 ciltlik eserinin neredeyse 60 cildini okumuşumdur-, Doğu Klasikleri’ni; Sadi’leri, Hafız’ları, Beydavi’leri, Yunus’ları, Kaygusuz’ları, Karacaoğlan’ları, okumaya erken yaşlarda başlamak lâzım. Keşke diyorum, okumayı ilk söktüğüm zamanlarda buralarda dolaşsaydım, bu medeniyetin, bu kültürün hangi temeller üzerinde yükseldiğini, nerelerden beslendiğini keşfetseydim.

İnsan demek noksan demek, acziyet demek

En beğendiğiniz ve en çok eleştirdiğiniz projeleriniz nelerdir?

Şöyle anlatayım. Bir yönetmen bir hayâl kurar, bir senaryo yazar. Sonra imkân bulur, bir bütçe yapar, bu bütçenin tamamını ya da bir kısmını ele geçirir. Oyuncular düşünür, ama düşündüğü oyuncular ele geçmez. Düşündüğü görüntü yönetmeni ile çalışamaz. Düşündüğü mekânlarda çalışamaz.

Bir film, aslında ilk hayâli kurulduğu zaman, bir şiir gibi yüzde yüz saf bir düşüncedir. Fakat yönetmen yola çıktığında, her adımda bir eksilmeyle karşılaşır.

En sonunda bütçe olarak da bir şeylere razı gelir, “Biz bunu çekelim, pilavdan dönenin kaşığı kırılsın der” çeker. Ne oldu? Bir şey çıktı ortaya, ama bu ilk hayâlini kurduğumuz şey midir? Değildir. Bir şeyin gölgesi midir? Evet gölgesidir, dersiniz. Bu yüzden yönetmen, bir filmin başlangıcından sonuna kadar binlerce kez o proje ile yatar kalkar, gününü onla geçirir. Bir süre sonra eksiklikler dolayısıyla o filmden soğumaya başlar. Bazen nefret eder. Yönetmen miksajı bitirip son şeklini verdikten sonra, bazı filmlerin galasında, ilk gösteriminde o filmi seyretmeye tahammül edemez.

Çünkü tüm zaafları, eksikleri tazedir zihninde, kusurları gözünün önündedir. Bu yüzden bunu kabul etmez. Galasında dışarıda olmayı tercih eder. İlk gösteriminde yüzünü başka şeye çevirir. Çünkü filmi ezberlemiştir, kusurlarını biliyordur. Film sahnelendiğinde, o kusurlu-eksik olan yer geldiğinde yüzünü ekşitir.

Bazı filmler böyledir. Ama bu ilk gösterildiğinde olur. Sonra öyle bir yere gelir ki, yönetmen o filme kanamaz. Nasıl susuz bir insan, bir testiyi başına diker de içmekten kanamazsa, ben de bazı filmlerimde az önce saydığım arızaları hiç görmeden, onlara kanamıyorum.

O filmler neler? Mesela, Veysel Karani diye bir filmim var, o filmi seyretmeye kanamıyorum. Alın Teri diye bir filmim var, o filmi de seyretmeye kanamıyorum, doyamıyorum yani. Bir insan her şeyini bildiği bir filmi defalarca seyreder mi, insan kendi yaptığı bir filme ağlar mı? Bu filmleri izlerken kendimden geçerim, boğazımın düğümlendiğini, gözlerimin buğulandığını görürüm. Öyle bir duygu basıyor beni.

Son yaptığım Karınca filmim de kanamadığım, doyamadığım filmlerden birisi. Elbette film demek insan demek, insan demek noksan demek, insan ürünü yani. İnsan demek acziyet demek. O yüzden yaptığı şeyde bir mükemmeliyet aramak derdinde de olmamalı. Çünkü o noksanlığın içerisinde bir âhenk var, bir bütün var. Obsesif bir mükemmeliyetçilik içerisinde olmak bir şey yapamamak demektir.

Yüz kadar film yönettim, bunların hepsi televizyonda gösteriliyor. Bir süre geçtikten sonra, o dediğim eksikleri-kusurları, tam olgunlaşmamış hâllerini unuttuktan sonra, filme karşı daha objektif oluyorsun. O filmin çok göze batan bir kusuru olmadığını görüyorsun, daha çok benimsiyorsun o filmi. Başkası yapmış gibi değerlendiriyorsun. Kendi içerisinde İlâhî bir lütufla, bir bütünün güzel durduğunu düşünüyorsun.

“Ya Rabbi, bizi millete zarara dokunan bir işle meşgul etmedin”

Şu filmlerimi beğenmiyorum dedikleriniz var mı?

Beğendiklerimden çok beğenmediklerimin bakiyesi fazla çıkar. Bir kere şu zamanda, bir sanatçının bir istikamet üzerinde durup da sürekli o istikamete göre bir şeyler üretmesi çok zor. Herkes bir şey istiyor. Seni sürekli raydan çıkaran, istikametinden döndürmeye çalışan ödül mekanizmaları, sponsorluk mekanizmaları var. Bazen seyircinin kendisi bile yönetmeni yapacağından döndürmek konusunda kışkırtıcı olabilir.

Bu kışkırtılan şeylere, kışkırtıcılıklara aldırmadan yürüyebilmek, tek bir istikamete doğru yürüyebilmek çok zor. Film, üstüne üstlük tek başına yapılan bir iş de değil. En az 40 kişi ile yapılan, bütçesi tamamen dışarıdan gelen birtakım desteklerle sağlanan bir iş. O yüzden bunların içerisinde, ben her işimi kendi gönlüme göre yaptım, diyebilmek her zaman mümkün olmuyor. Belki her işimizde millete faydalı olamadık, her işimizde milletin gönlüne yerleşemedik, ama şunu diyebilirim: “Ya Rabbi, bizi millete zararı dokunan bir işle meşgul etmedin.”

Karınca filmini çekmeye nasıl karar verdiniz? Filmin süreçlerinden bahseder misiniz?

Ben daha önce televizyon filmleri yaparken, zaten İlâhî Kelâm’dan, Kur’ânî kaynaklardan, bazen hadislerden yararlanarak film yapıyordum ve sırtımı buraya dayamakla da çok rahat ediyordum. Çok güçlü birtakım dayanaklarla yürüdüm. Gerek hadislerin günümüze uyarlanarak film konusu edilmesi gerekse bazı âyetlerle ilgili çalışmalar yaptığımda kendimi güvende hissediyordum ve yeni bir şey bulayım derdinde değildim. Allah tarafından Peygamberine (asm), Peygamber (asm) tarafından ümmetine söylenmiş olan sözlerin, sonsuza kadar geçerli ve en lüzumlu olan sözler olduğunu bildiğimden oralara yaslanırdım.

Ben kırk hadis ile ilgili filmler yapmak gibi bir niyet içerisine girmiştim. Eskiden Osmanlı’da güzel bir âdet vardı; esnaf olsun, âlimler olsun Peygamber (asm) sözlerini, hadislerini bir kelime eklemeden, bir şey katmadan, bir şey eksiltmeden, kendinden sonra gelenlere aktarmakla onun (asm) şefaatine nail olacaklarını düşündüklerinden dolayı, kırk hadis risaleleri Osmanlı içerisinde çok yaygındı. Herkes yapardı, öğrencisi de tüccarı da yoksulu da köylüsü de şehirlisi de yapardı. Cami önlerinde, meydanlarda dağıtılarak, kendi işleriyle, meslekleriyle ilgili Peygamber (asm) hadislerinin halk arasında yaşatılması ve muteber olmasını sağlamakla mutluluk duyarlardı.

Benden hadis filmlerini bekleyen ümmet kalmadı

Ben de tıpkı o risalelerdeki gibi kırk tane hadisin filmini yapmaya niyet ettim. Ve bunlardan 15’e yakınını yapmayı başardım. Ömrümüz yeter de 40’a tamamlarsak, imkân olursa ne güzel olur. Lâkin bu hadis filmlerini -uzun metrajlı 90 dakikalık filmler- yayınlayacak televizyon da kalmadı, bunların arkasında duracak ekranlar da kalmadı artık. Benden bu filmleri bekleyen ümmet de kalmadı. Ne yazık ki kalmadı. Bir zamanlar bu işin fikriyatında, ideolojisinde, sevdasında olan insanlar, bugün çapulunda, haramiliğindeler. O yüzden Müslümanların da kendilerini azgınlıkları bakımından teraziye çekmek zamanıdır.

Bu hadis filmlerini yaparken, bir yandan da; Kur’ân-ı Kerîm’de adlarını hayvanlardan alan, Bakara, Ankebut, Nahl, Neml, En’âm ve Fil sûrelerini, bunlardaki hikmetleri düşünüyordum. Milyarlarca hayvan varken, bu hayvan isimlerinin geçmesinde insanlar için önemli temsiller olduğu üzerine düşünüyordum. 33 hayvan adı geçer Kur’ân’da, ama 6’sı sûre ismidir. Ve bu sûre isimlerini film olarak yapmak niyetine girdim. Neml Sûresi’nin 17. ve 18. âyetlerinde şöyle geçer: Süleyman Aleyhisselam ordusuyla karınca vadisine girerken, bir karınca telaşla arkadaşlarına sesleniyor ve diyor ki, “Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin; aman, Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin!”

Bizim bildiğimiz karınca hiç telaşlı değil, son derece kararlı, güvenli, istikrarlı bir hayvan, Doğu ve Batı metinlerinde, masallarda bu âyette tasvir edildiği şekilde okumadım, duymadım. Allah’ın bize bu hayvanı temsil olarak vermesinde bir hikmet var, dedim. Ve bu karınca örneğini; yurdunu, memleketini, insanlarını, arkadaşlarını bir canlı bomba tehlikesinden korumaya çalışan, onları ölümden kurtarmaya çalışan, sorumluluk sahibi, kendinde öyle bir görev addetmiş bir adamla değiştirdim. Filmde, sadece iyilik olsun diye, yoluna çıkan kızı kamyonuna alan ve nereye bıraktığını bilmediği bu kızın sonradan canlı bomba olarak ayartıldığını öğrenen adamın; başta kendine sonra da masum insanlara zarar verecek birisi olduğunu anladığında, ‘Kızı oraya ben götürdüm, onu o ateşin içinden çıkarmak da benim görevim. Alıp çıkarmazsam, bu dünyada kimse bana hesap sormayacak, ama âhirette ben bunun hesabıyla karşı karşıya kalacağım’ diyerek kızı bıraktığı yere döner ve karıncanın yuvasına döndürülmesiyle ilgili bir maceranın içerisine canı pahasına girer.

Türk insanının hiçbir gücün karşısında diz çökmeyeceğini anlatmaya çalıştım

Ben bu hikâyenin daha özünü Sadi’nin Bostan’ında buldum. Hatta filmin içerisinde bir sahnede de bu hikâyeyi geçiriyorum. Bostan’da diyor ki: İyilik sahibi birisi, bir çuval unu değirmenden evine getirdiğinde çuvalın içinde tedirgin bir şekilde sağa sola koşan bir karınca gördü, ‘Eyvah ben ne yaptım, dedi. Bu karıncayı yurdundan, yuvasından, arkadaşlarından aldım ve uzak bir yere, gurbete getirdim. Bu burada perişan olacak dostlarından ayrıldığı için. Ben bunu dostlarının yanına, yuvasına götürmezsem bana rahat yok, esenlik yok. Siz perişan olacakları perişan olmaktan kurtarın ki, Allah da sizi perişan olmaktan korusun, kollasın’ diyerek o uzak yerden getirdiği karıncayı tekrar çuvalına koyarak geri götürüyor.

Filmin dayandığı iki şey aslında budur. Yakın zamanda, öyle ya da böyle ülkemizin geçtiği dar sıkıntılı yollardır. Biz de sanatçı olarak, toplumun yaşadıklarına ayna tutmak, onların önünde giderek gelecekle ilgili yürüyüşlerini kolaylaştırmak adına bu senaryoyu yazdık.

Ben burada, sağına soluna bakmadan, tevhid inancından kaynaklanan bir sorumlulukla ve güvenle, Türk insanının hiçbir gücün karşısında diz çökmeyeceğini, boyunduruğa vurulmayacağını anlatmaya çalıştım.

Ahirette de verilecek ödüllere talip olmak lâzım

Filminizin ödül almasını bekliyor muydunuz?

Beni film yapmaya kışkırtan şey, halk içinde Hak ile beraber olmaktı. Yaptığım bütün filmlerde, milletimin seyirci olmasıyla ilgili, sinemanın ruhuna daha yatkın olmasıyla ilgili bir isteğim var. Son zamanlarda festivaller, ödüller falan Türk sanatçısı için çok tehlikeli bir hâl aldı. Çünkü her türlü zorbalığın, diretmelerin, tarzların, dillerin tahakküm edildiği bir yer oldu festivaller. Yurt dışındaki festivallerde, birtakım algıların oluşturulması, içeriklerin diretilmesi, yönetmene film dilinin tahakküm edilmesi gibi durumlar oldu. İçerde de aynı şekilde, bir kabile ve bir klan var. Bunlar sinema kabileleri ve klanları. Bunların manifestolarına uymayan bir film yaptığın zaman, buraların yanından geçemezsin. Senin dizlerini kırarlar. Türkiye’deki film festivallerinin jürilerini zangoçlar oluşturuyor. Bildiğin kilisenin çan çalıcıları. Bunlar ezan sesinin duyulduğu, bu milletin irfanına, mâneviyatına, tarihine, diline, dinine uygun bir filme dudak bükerler. Kalitesiz bir şey olarak bakarlar.

Bundan dolayı, zaten bizim hiçbir zaman -sadece bu filmi yaparken değil-, bazı yerlere kompleks içerisinde göz kırpayım, onların teveccühlerine kavuşayım, diye kendi sinema amentümüzden bir kıl bile fedakârlık edecek hâlimiz yok. Ecdadımızın güzel bir âdeti vardır; eser verirlerken, bir şeyi yükseltirken, bir hat yazarken hiçbir zaman, ben bu sanatımın karşılığını bu dünyada bulayım, demezlerdi. Âhirette verilecek ödüllere talip olmak lâzım. Asıl ödüller orada. Sonsuz ödüllerin yanında, gelip geçici, ne olduğu belli olmayan bir âlemin ödülleriyle oyalanmak nedir! Ecdadımız hep, âhirette de kendilerine verilecek olan armağanlar, lütuflarla ilgili eserlerini üretmişlerdir.

İnsanlar bu filmi neden izlemeli?

Bu film, otuz yıldan bu yana Türk insanının beklediği bir filmdir. Ne bakımdan beklediğini söyleyeyim. İnsanımız, bir irfan sinemasını, Anadolu sinemasını ve kendi öyküsünü, kendi Müslümanca yaşantısını perdede görecek. İkinci olarak, öyle ya da böyle toplumsal gerçekçi bir film bu. İnsanımızın otuz yıldan bu yana yaşadığı terör belasıyla ilgili, sağına soluna bakmadan, sert birtakım şeyler söylüyor. Çözümün barışta, insanlarla kaynaşmakta, Kürt-Türk değil Müslümanca merhamette olduğunu söylüyor. O yüzden Anadolu’nun binlerce yıldan bu yana yaşadığı gibi bir âhenk içerisinde, ancak din kardeşliği ile yaşanabileceğini söylüyor. Şovanist bir takım yaklaşımlarla yaşanmayacağını söylüyor. Bu yüzden otuz yıldan yana beklenen bir film olduğunu düşünüyorum. Galası yapıldığı sırada sahneye çıkıp da seyirciye doğru döndüğüm o ânda, gözlerdeki şavk ve ışıma, bunun o film olduğunu gösterdi bana.

Terörle ilgili cesaretli filmler yapılmadı. Teröristlerin, militanların övüldüğü filmler yapıldı. Propaganda filmler yapıldı, ama bu denli yaklaştırıcı bir film yapılmadı. Bir de, Anadolu’nun ciğerini yakan, Anadolu’nun evlatlarını öyle ya da böyle kandıran bir örgütün ve bu örgütün de, bir bozgunculuk meydana getirmek ve Türkiye’yi bölmek için, tağutî bir düzen tarafından oluşturulan kurmaca bir örgüt olduğunu gösteren bir film olması dolayısıyla böyle düşünüyorum. Karınca filmimiz 30-40 kopya ile vizyona da girecek inşaallah.

Yeni projeleriniz var mı?

Televizyon filmi yapmaya devam edeceğim. Farz olan işler var. Anadolu insanının irfan sineması diye gerçekten beklediği, bir şekilde devrilmeyen, sağa sola göz kırpmayan, kuyruk sallamayan, kendi aydınlığını Anadolu’nun bin beş yüz yıllık macerasını, inancını, ayakta durma kuvvetini bize verecek birtakım eserlere ihtiyacımız var. Bunlar için de bütçem var-yok, diye beklemeden bu filmleri yapmak lâzım.

Genç sinemacılara önerim; hedefleri, Cannes’da ödül alayım, Berlin’de şaha kalkayım, olmasın. Sen önce bir gönüle gir. Bir nineye, bir dedeye, bir kız çocuğuna seyrettir filmi, gözyaşı döktür, önce bunu başar. Zaten ödüller kendiliğinden gelecektir. Bunun ikincisi olacak inşaallah, Bakara. Rabbim imkân yaratırsa sonsuz lütuflarıyla. Seriyi tamamlamaya çalışacağız, ama ikide kalır, üçte kalır, bilemeyiz, ya Rabbi ben bir tanesini yapabildim, iki tanesini yapabildim, diye sunarız.

Bediüzzaman Hazretleri’nin hayatına ilgi duyuyor musunuz, bu konuda bir film yapmayı düşünüyor musunuz?

Bir arkadaşım vardı, Risale-i Nur eserlerini bana getirirdi, okurdum. Ben, Risale-i Nur’da, sinema için çok fazla görsel kaynağın olduğuna inanıyorum. Mesela Karınca filmimizin başında bir kuyu metaforu var. Orada Bediüzzaman’dan okuduğum, zihnimde kalan şeyleri yansıtmak istemişimdir.

Ama tamamen Risale-i Nur’a yaslanan bir film projemiz de var. Televizyon filmi olacak nasipse. Denizli Hapishanesi’nde Bediüzzaman’ın sigara kâğıtlarına yazıp toparladığı risaleyi, oradaki dostlarından birine vererek, Kastamonu’daki bir kardeşine götürmek üzere emanet etmesi ve bu kişinin takip edilerek tutuklanması, tutuklanma sırasında cebindeki risaleyi 7-8 yaşlarındaki oğluna vermesi ve oğlunun Kastamonu’daki emanet edilmesi gereken yere yolculuğunu anlatan bir film. Adı da Risale. Mehmet Uyar ile birlikte yazdık.

Ben bunu yapacaktım şimdiye dek, fakat geçtiğimiz süre içerisinde imkân bulamadık. Şunu anlatmak istiyorum: Ne kadar engel çıkarsa çıksın, hak söz yerine ulaşır. O çocuk da ulaştırıyor yerine.

Bir de Benim Küçük Sözlerim isimli bir film var, genç bir çiftin çektiği. Bekir ve Büşra Bülbül çifti. Düğün takılarıyla böyle bir film çekmişler, sonra filmi bana getirdiler, kurgusuna, piyasaya çıkmasına vs. yardımcı oldum. Bir sürü yerden ödül aldılar. Risale-i Nur’dan metaforlarla işlenen güzel bir hikâyesi var filmin.

Röportaj: Neslinur Zeynep Mutlu&Şulenur Yıldırım
Fotoğraflar: Tuğba Karakurt
 

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*