Çoktan koptu kıyamet

Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar
Ben yaşarken koptu tufan
Ben yaşarken yeni baştan yaratıldı kainat
Her şeyi gördüm içim rahat
k yarıldı, çamura can verildi
İsmet Özel

İster istemez “kıyamet” üzerine düşündüğüm, husûsi “dünyamda” anlamlandırmaya çalıştığım şu günlerde, bu mısralar beni başka başka mânâlara sürükledi. Nasıl oluyor da tufan kopmadan tufan kopuyor? Nasıl kâinat biz görmeden yeniden yaratılıyor? İsmet Özel bizden başka bir âleme mi şahitlik ediyor? Yoksa zamanda yolculuk mu yapıyor? Belki de mübalağalı sözler ediyor. Peki ya başka bir şeye işaret ediyorsa? Alışılmadık bir okuma yapıyor olabilir mi?

İnsanın bir yanılgısıdır; bazı hakikatleri, kavramları kendi zâtından uzak görerek onların mânâsından mahrum kalır. Hakikatle arasına zamansal-mekânsal-biçimsel mesafeler koyarak anlam devşirme yolculuğunda istifadesini azaltır.

Bu otomatik refleks Kur’ân okuma, O’na (cc) muhatap olma esnasında da daraltan ve kısıtlayan bir gözlük olarak karşımıza çıkıyor. Ölen sanki hep yaşlılar, helâk olan başka başka kavimler, o günah bana ait değil, peygamberlerin beni ilgilendirmeyen bin yıllık kıssaları, Cehennem öte dünyada, tehdit edilen Kureyşli müşrikler, o âyette münafıklar kastediliyor, e zaten kıyamet de başkalarının başına kopacak!

“Her insanın ölümü kendi kıyametidir”1 hakikati; kıyameti, “gelecekteki bir takım ‘çok çok fenâ-kâfir’ insanların başına kopacak ‘beni ilgilendirmeyen’ bir mesele” olmaktan çıkarıyor. Bu sefer mevt hakikatine bakıyorum. Eceli, ömrümün bilinmeyen bir zamanında, muhtemelen uzak bir gelecekte karşıma çıkacak acımasız bir avcı-keskin bir bitiş çizgisi olarak mânâlandırdığımı fark ediyorum.

Hakikatler bir türlü bugünüme, nefsime, benim dünyama temas edemiyor. “Her ân ölebiliriz ama” düşünceleri bile ölümü yakınlaştırıp ciddiyetini anlamamı kolaylaştırmıyor. Adeta hakikatle arama mesafe koymada-perde çekmede, kendime küçük-geçici-hayâlî de olsa bir konfor alanı oluşturmada uzmanlaşmışım. Evet evet, günümüzde herkes bir şeylerin uzmanı kesilirken, çeşit çeşit uzmanlık türemişken, ben de “hakikat mesafelendirme uzmanı” olmuşum.

Ben buna “hakikat mesafelendirme uzmanlığı” diyeyim, siz belki “gaflet” diye tanımlarsınız. Ancak bu sefer uzmanlık belgemi bir kenara bırakarak dürüst olmaya ve “kıyamet ve ölüm” gibi hakikatlere yakından bakmaya niyet ediyorum. Yakından bakmaya niyet ediyorum, çünkü O (cc) kelâmında kıyamet ve ölümden bahsederken mütemadiyen “yakın” vurgusunu kullanıyor. Bu “yakın” vurgusu benim “uzaklaştırma” çabalarımın da açıklaması oluyor adeta. Öyleyse “kıyamet ve dahi ölüm”e dair uzaklaştırmaya dair insanî meylimize karşın bu hakikatlerle ilgili bizden beklenen, istenen “yakınlaştırmak”; ândaki-bendeki ölümü-kıyameti görmek, anlamak.

“Kıyametin kopması ise, ancak bir göz açıp kapama gibi veya daha yakındır.”2 âyeti bu noktada benim için bir yakınlaştırıcı oluyor. Bu âyeti bir dürbün fonksiyonunda kullanarak, kâinatın ömründeki “göz açıp kapama” süresi yerine kendi kısa ömrüme bakarak okuyorum. Kıyamet nasıl olur da benim için göz açıp kapama mesafesinde, yani işte tam da şu ânda, bu kadar yakında-yanımda olabilir? Her ânım bir nevi “kıyamet” olabilir mi? Her ânda bir kıyamet saklı bulunabilir mi? Bu noktada kendi ömrümdeki her bir ân nokta-i nazarında kıyameti tasvir eden âyetleri okuyorum.

“Gök yarıldığı zaman,
Yıldızlar saçıldığı zaman,
Denizler kaynayıp fışkırtıldığı zaman,
Kabirlerin içindekiler dışarı çıkarıldığı zaman”3

“Yıldızların ışığı söndürüldüğü zaman,
Dağlar ufalanıp savrulduğu zaman”4

Fark ediyorum ki, aslında ben “her ân” ölüyorum. Hayat diye benimsediğim hikâye, aslında benim şu âna kadarki ölen kısmım. İşte geçen ân da öldü. Her ân tekrar diriltiliyorum ve her ân tekrar ölüyorum. Ölüm bir “ân”da değil, her ânımda. Ecelimin bir tarihi var, ancak o zamana kadar ölümden uzakta değilim. Yaşarken ölüyorum. Her ân ölürken ne kadar uzak olabilirim ölüme? Son bir kez ölene kadar aslında hep bir nefes kadar yakınım ölüme ve doğuma. Ben yaşarken kopuyor kıyamet. Ben yaşarken yeniden yaratılıyor kâinat. Her ân kopuyor kıyamet. Her ân yeniden yaratılıyor kâinat.

Belki de benim nazarımda kopuyor kıyamet ve benim nazarımda yeniden yaratılıyor kâinat. Bir “mânâ”dan âzâde baktığımda kâinata; yıldızların ışığı sönüyor, ruhu kaçıyor. Ben yıldızların birer harf olup yazdığı-okuduğu şiiri dinlemeyince, o harfler saçılıyor kâinata. Kâinat hikmetsiz, abes ve vahşi görünüyor. Dağlar vazifesini bıraktığında, hikmetsiz kaldığında ufalanıyor, kaybediyor tüm sağlamlığını, büyüklüğünü. Gök mânâsını yitirince güzelliğini de kaybediyor, yarılıyor öylece. Denizin yüzündeki ve içindeki esmaları göremeyince, kaynıyor deniz ve durmuyor artık kabında.

“Kıyamet, ‘Allah Allah’ diyen bir kimsenin üzerine kopmayacaktır”5 Öyleyse ben kâinata O’nun (cc) nazarıyla bakmadığım her “ân” benim kıyametim oluyor. Mânâ-i harfî ile okuyamadığımda o “ân”ı, başka bir kıyameti beklememe gerek kalmıyor. Eşya benim dünyamda mânâlarını yitirince, hâdisâtın O’nunla (cc) bağlantısı kesilince bir nevi kıyametin dehşetini yaşıyorum. Gözlerimle görmesem de dağların ufalandığını, denizlerin kaynadığını, yıldızların saçıldığını; kalbimin ağlayışından, ruhumun saklanışından, fikrimin dağınıklığından anlıyorum. Ben henüz yaşarken kendi üzerime kopartınca kıyameti ‘Allah Allah’ diyenleri duyamıyorum ve anlayamıyorum. Esasında her şey ‘Allah’ diyorken benim dünyamda her şey ve herkes sükûta bürünüyor.

“Evet, tam münevverü’l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz. Belki, harika bir kudret-i Samedâniyeyi lezzetli bir hayretle seyredecek.”6 satırları gösteriyor ki, mânâ-i harfî ile okuyabilen bir mü’min için, kâinatın kıyameti dahi kıyamet dehşetini hissettirmiyor. Kendi başına kıyameti koparanın her ânına kıyamet dehşeti ve korku sinmişken, kalbi hikmet nurlarıyla nurlanmış, kâinatın sırrına ermiş zât için en dehşetli hâdisât, belki kıyamet dahi bir seyir malzemesine, hayret vesilesine dönüşüyor.

İnsanın vaziyetindeki değişime göre kıyametin de tanımı değişiyor. Kıyamet ya da kıyametin dehşeti “uzak” tahayyül etmekle uzaklaşmıyor, eğer o dehşetten hakikaten uzak durmak isteniyorsa kendi duruşunu-bakışını-amelini değiştirmek, konumlandırmak gerekiyor.

“Kıyametin kopacağını bilseniz bile elinizdeki fidanı dikiniz”hadis-i şerifi bu açıdan bakınca çevreci bir ümit mesajından çok çok fazlasına dönüşüyor. Asıl önemli olan, elindeki fidanın ağaca dönüşmesi değil, fidan dikme eylemin. Eğer sen fidana ve fidan dikme eylemine mânâ-i harfî çerçevesinde bir anlam biçiyorsan, o fidanın ağaca dönüşmeye vakti ya da ortamı bulunmasa bile ebedî bir ağaç sahibi olursun. Ancak sen, o fidanı O’ndan (cc) bağını keserek, başka bir mânâyı önceleyerek dikiyorsan, o fidan ağaç da olsa, çiçek de açsa, meyve de verse senin husûsi dünyanda ağaca dönüşemez, meyve vermez, güzel görünmez, faydasız ve abes kalır.

Kâinatta kıyameti başına koparabilme, kıyamete sebep olabilme yeteneğine sahip tek canlı, insan. Çünkü yalnızca insan; potansiyelini gerçekleştirmeme, O’ndan (cc) bağını-nazarını koparabilme, “abd” olmaktan vazgeçebilme ve yaratılmışın zikrini söndürebilme, yani şerre sebep olma ihtiyarına sahip. Her kopuş, her nazar, her vazgeçiş, her sönüş, her şer küçük küçük kıyametler kopartıyor. Görsek de görmesek de dünyada her gün ne kıyametler kopuyor! Kâinat bizimle konuşuyor, durmaksızın bir şeyler anlatıyor, işaretler veriyor. Kalbinin gözlerini kapattığı için kâinata verdiği zararı görmeyen insan, ruhunun kulaklarını tıkadığı için maalesef bu sesleri, bu konuşmaları, bazı ikazları duyamıyor.

“İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat çıkar; Allah da, belki dönerler, diye yaptıklarının bir kısmını böylece kendilerine tattırır.”8 âyeti bir mânâsıyla buna işaret ediyor. Kâinat sesini bazen yükseltiyor ki, insan duysun, duysun da gözlerini açsın, verdiği zararı görebilsin diye. Zararı görebilsin de vazgeçsin diye. Küçük küçük kıyametler kopuyor, kâinat insanı uyarmaya devam ediyor, vazgeçmiyor, aklına ve kalbine konuşuyor.

Peki kendi ruhundaki, kalbindeki kıyamet dehşetinden bîgâne kalan insan, şahit olduğu âlemdeki kıyametleri duyabiliyor mu, görebiliyor mu, anlayabiliyor mu? Yoksa son kıyamet kopana kadar bekliyor mu?

Dipnotlar:
1) bk. Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2019, s. 208
2) Nahl Sûresi: 77
3) İnfitâr Sûresi: 1-4
4) Mürselât Sûresi: 8-10
5) bk. Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2019, s. 70, 73
6) Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2019, s. 33
7) Buharî, el-Edebül-Müfred s. 168, Heysemî, a.g.e. 4,, 63. Münâvî, Feyzul-Kadîr 3, 30.
8) Rûm Sûresi: 41

1 Yorum

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*