Camilere mânâ-i harfî penceresinden bakmak

Camiler bizim için ne mânâ ifade ediyor? Sadece namaz kılınacak mekânlar olarak mı düşünüyoruz? İlk defa ziyaret ettiğimiz bir şehri gezerken camileri ziyaret etmek aklımıza geliyor mu? Ziyaret ettiğimiz camilerde neyi amaçlıyoruz, önceliklerimiz neler? Fotoğraf çekerek sosyal medyada paylaşmak bizim için ilk sırada mı? Ulu cami kavramından ne anlıyoruz? 118 ulu camiden kaç tanesini ziyaret etme imkânı nasip oldu? Gezip görmeyi arzu ettiğimiz şehirler olduğu gibi camiler de var mı? Camilere hiç mânâ-i harfî penceresinden bakmayı denedik mi?

Soruları uzatmak mümkün. Bu sorulara vereceğimiz “vicdanî” cevaplar, aslında camilerin hayatımızdaki yerini ortaya koyuyor, diyebiliriz. Bu yazımızda, camilere mânâ-i harfî penceresinden bakmak niyetiyle, gezilerimizi “tefekkürî bir seyahate ve ibadete” çevirmenin püf noktalarına değinmeye çalışacağız.

Mânâ-i harfî ile bakış, bir şey, bir eser, bir mekân veya bir hadiseye mânevî, hakiki yönüne, iç âlemine, derununa, taşıdığı sanata ve anlama, sanatkâr ve Allah hesabına bakmaktır. İhlâs Risalesi’nin “Amelinizde rıza-i İlâhî olmalı”1 şeklindeki ilk düsturu her zaman ve mekânda geçerli ehemmiyetli bir esastır.

Sanatı görüp sanatçıyı görmemek, anın tadını çıkararak başka bir şey düşünmemek ve sadece beğeni sayımızı artırmak için sosyal medyada paylaşmak; hesap gününde bize pişmanlık olarak döneceği gibi, dünyada dâhi aldığımız lezzetin nakıs kalmasına sebep olmaz mı? İşte bu, mânâ-ı ismiyle, yani maddi, sûrî, nefis hesabına olan bir bakıştır.

Camilerimiz, şeair-i İslâm’dır. Yani, İslâm’ın sembolüdür. Dünyanın neresinde cami görülse İslâm akla gelir. Bütün dünyanın aklına gelirken bizim aklımıza gelmezse, hem Rabbimize ve hem de bu mirası bize emanet eden ecdadımıza vefasızlık etmiş olmaz mıyız?

Mümkün mertebe, ziyaret ettiğimiz şehirde bir vakit de olsa, ulu cami varsa orada yoksa da en eski camiinde namaz kılmaya çalışalım. Neden mi? Bir mabet düşünelim ki, yüzyıllardır ezan okunmuş, namaz kılınmış, Kur’ân okunmuş. Bunlar havâ-yı nesîme (tatlı, hoş rüzgâra) dönüşerek, bu mekânın da ruhuna işlemiştir. Sanırım tarihî camilere girdiğimizde, diğer camilerden daha ziyade içimizi huzur sarmasının ve bize feyiz vermesinin sebebi bu yaşanmışlık olsa gerektir.

Bunun yanında, gezilerimizde olabildiğince abdestli olmamız ve ziyaret ettiğimiz her camide 2 rekât “tahiyyetü’l-mescid” namazı kılmamız çok yerinde olacaktır. Zira şu gök kubbede secde izlerimizi ne kadar çoğaltır ve yayarsak, lehimizde o kadar hava, mekân zerreleri ve meleklerden şahitlerimizin olacağını unutmamamız gerekir.

Düşünmesi bile ne kadar hoş, değil mi? Abdest almanın, cami ziyaret etmenin, namaz kılmanın, daha bu dünyada ücreti peşinen huzur olarak verilirken, ahirette hesap gününde de bize nur ve sevap olarak dönüşü bizler için tarifsiz bir ihsandır. Rabbim bu fırsatları hakkıyla değerlendirmeyi nasip etsin. Âmin.

Ulu camiler ve çok eski tarihli büyük camiler “güç göstergesi ve bağımsızlık sembolleri”dir. Sultanlar, saraylarından daha haşmetli yaptırmaya özen gösterirlermiş. Tabiî ulu camiler, bünyesinde en az üç “en”i toplar. En büyük, en eski ve en sanatlı. Hemen bir sağlama yapabilirsiniz. Bir yerde ulu cami varsa, o şehirde daha büyük, daha sanatlı ve daha eski tarihli cami yok demektir. Bu pencereden bakıldığında ecdadımıza ne kadar dua etsek azdır. Ecdadımızın; sadece kendi nüfus ihtiyaçlarına göre değil yüzyıllar sonra gelecek torunlarını da düşünerek bu mabetleri inşa etmeleri, onlarca depreme rağmen bugüne dek ayakta kalan ve gıptayla baktığımız şaheserler ortaya koymaları, üzerinde düşünmemiz gereken kıymetli bir meseledir.

Maalesef, bugünkü betonarme camilerimizin geleceği yok. Yüzyıl bile dolmadan çürüyorlar. Dolayısıyla gelecekteki torunlarımıza bırakacak kalıcı bir eserimiz vücuda gelemiyor. Geçmişten gelen sanatları taklit etmeye çalışsak da, çoğu zaman restorasyonunu bile yapmaktan aciz kalıyoruz. Hâl böyleyken, bu şaheserleri hem devlet hem de bireyler olarak gözümüz gibi korumamız gerekir.

Ulu camiler, tabir yerindeyse şehirlerin “kalbine” konumlanmıştır. Herhangi bir şehirde ulu camiyi bulduysanız, o şehrin merkezini de bulmuşsunuz demektir. Sebebini anlamak çok zor değil. Bu camiler inşa edilirken sadece ibadetler düşünülmemiş. İnsanı ilgilendiren tüm tesisler; yani medreseler, çeşmeler, hamamlar, hastaneler, türbeler, kütüphaneler, mektepler vb. tüm yapılar ulu cami etrafına inşa edilmiştir.

Ne büyük bir deha? Bir planlama düşünün ki, yüzyıllar sonra bile değişmiyor. Bugün biz bu mânâdan ne kadar uzak kaldık! Ne yazık ki, biz bugün camileri sadece namaz kılınan mekânlar olarak düşünüyoruz. Oysaki camiler, bilhassa ulu camiler, şehrin iktisadî, siyasî, kültürel, dinî ve sosyal hayatının merkezi demekti.

Bu yapıların inşa edildiği dönemlerin, bugünkü buluşma yerleri olarak bilinen meydanlar ve AVM’lerden çok daha ileri bir seviyede olduğunu görüyoruz. Zira ulu cami ve etrafındaki yapılar; hem herkes için ibadet, buluşma/sohbet, teneffüs hem de muhtaç insanların barınma, yiyecek, giyecek ve temizlik gibi ihtiyaçlarının karşılandığı kudsî mekânlardı.

Rabbim cümlemizi, camileri hakkıyla tefekkür edebilen kullarından eylesin. Âmin.

Dipnotlar:
1) Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2019, s. 275

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*