Herkese merhabalar çok sevgili Genç Yorum okurları! Nasılsınız? Bu da şey gibi oldu. “Naber günlük nasılsın?” Küçükken hepimiz şizofren gibi günlüğümüze cevap veremeyeceği sorular soruyormuşuz, farkında mısınız? Ben bu şizofrenliği bir üst seviyeye çıkartıp deftere diyaloglar yazıyordum. Günlüğe cevap verdiriyordum. Anlatmak istediğim şeyler hakkında sorular falan sorduruyordum.
Şimdi düşününce çok korkunç bir çocuk olduğumu fark ettim. Allahümme ecirna min fitnetin Feyza. Eğer bugün çok ünlü bir senarist olsaydım ve benimle röportaj yapsalardı ne diyeceğimi biliyorum:
— Feyzanur Elif Hanım, çok başarılı bir senaristsiniz. Senaryosunu yazdığınız diziler reyting rekorları kırıyor. Pek çok ödüllü filminiz var. Peki siz bu kariyere nasıl başladınız?
— Öncelikle teşekkür ediyorum. Allah’ın inayetiyle, elhamdülillah, başarılı işlere imza attım. Bunda halkın takdirinin de çok büyük bir yeri var. Onlar böyle ilgi göstermeseydi, sevmeseydi kim bilir şu an İngilizce Öğretmeni mi olurdum, ne olurdum belli değil! Nasıl başladığıma gelirsek; ben çok küçük yaşlarımdan beri aynada şarkı söylerd-, ay pardon röportajları karıştırdım. Bu şarkıcı olduğum için yapılan röportajdı. Ben çok küçük yaşlardan beri günlüğüme diyaloglar yazar, kafamdaki senaryoyu kâğıda dökerdim. Hatta bakkaldan eve dönerken kendi kendime oyunculuk da yapar, ekmeklere sarılarak ağlardım.
Arkadaşlar yazdıkça gerçekten ne kadar zor bir çocukluk geçirdiğimi görüyorum. Ben neden dümdüz normal çocuk olmamışım ya? Bakıyorum mesela şimdiki çocuklara, benim gibi değiller. Gerçi şimdiki yetişkinler de benim gibi değil.
Evet bu düşünceler ve beyin fırtınaları beni hiçbir yere götürmedi. Durduk yere mutsuz ettim kendimi yahu! Hemen güzel haberlere geçip moralimizi yerine getirelim.
Arkadaşlar MEZUN OLDUM! ÇOK ŞÜKÜR YA RABBİM! EN SONUNDA BİTTİ! Ve bu sevincimiz de bir dakika sürdü, çünkü şimdi de işsiz olduğumu fark ettim. Zaten okulum da ne biçim bitti. Benim ne hayâllerim vardı, hem dershanemde hem de okulumda son senemdi. En sevdiğim mevsim de gelmiş, havalar ısınmış, günler uzamıştı. Dostlarımla gezmelere gidecektim, son dönemimin tadını çıkaracaktım.
Üç ay önce sorsanız, sorumluluklarımla boğuşmaktansa evde oturup hiçbir şey yapmamayı tercih ederdim eminim, hatta elimde kanıtlar var, pandemi başladığında eve geldim diye bayram ediyordum. Hakikaten, Feyza çok zalim ve çok cahildir. Şunun şurasında üç ay daha sabretsem, tadını çıkarmaya çalışsam zaten bitecek bir şeyden, çok yorulduğum için vazgeçtim. Gerçi ben vazgeçmesem de elimden bir şey gelecek değildi, yarasayı ben yemedim. Ama bu sadece bir örnek. Hayatımın pek çok döneminde yapıyorum bunu. Yaşadığım anın kıymetini anlamaktansa, tecrübeden kaçmaya, kurtulmaya çalışıyorum hep.
Yüzüğü Mordor’a götürmek zorunda olan Frodo gibi, “Yüzük keşke bana hiç gelmeseydi. Keşke bunlar hiç olmasaydı” diye kendimi yerden yere çalıyorum. Tam bu noktada Gandalf’ın söylediği sözler özellikle yaşadığım şu son üç ayda benim için anlam kazandı. “Böyle şeyler yaşayan herkes böyle der; ama karar onlara kalmamıştır. Yapmamız gereken bize verilen zamanda yapacağımıza karar vermek. Dünyada kötülüğün dışında hareket eden güçler de var Frodo. Bilbo’nun yüzüğü bulması icap ediyordu. Bu durumda senin de ona sahip olman icap ediyor. Bu insanı yüreklendiriyor.”
Gandalf’ın bahsettiği şey, benim için kader inancını ifade ediyor. Evet biz insanlar zaman zaman, hatta çoğu zaman, yaşadığımız şeylere anlam yükleyemediğimiz için yakınıp duruyoruz. “Keşke şöyle olsaydı, keşke böyle olsaydı” diye kendi kısır aklımızla çözüm yolları bulduğumuzu sanıyoruz. Ama kader diye bir şey var. Cüz-i ihtiyarîmizi hayırdan yana kullandığımız sürece, endişelenip yakınacak bir şey yok. Her şey icap ettiği gibi oluyor.
Hatta biz biliyoruz ki, acziyetimizle cüz-i ihtiyarîmizi hayırdan yana kullanmadığımız zaman bile kâinatta mutlak bir hayır hüküm sürüyor. “Hayr-ı Mutlak’tan hayır gelir, Cemil-i Mutlak’tan güzellik gelir, Hakîm-i Mutlak’tan abes bir şey gelmez.”1 O zaman neden kederlenelim ki?
Mesela düşünün. Bir filmi izlerken, işlerin tam sarpa sardığı, her şeyin mahvolduğu, “Ne olacak şimdi?” dediğimiz anlar gelir. İnsanı gerçekten içine alan filmlerde, siz de o anda aynı sıkıntıyı hissedersiniz. İşte ben bu histen nefret ediyorum. O yüzden kendime sık sık şunu tekrar ediyorum “Feyza, sen niye geriliyorsun, bu bir film. Mutlaka mutlu bir sonla bitecek. Bittiğinde de sen gerildiğinle kalacaksın. Yaslan arkana ve senaristin karakterleri bu durumun içinden nasıl çıkardığını keyifle izle, tasalanma.”
Ve gerçekten de artık korku ve gerilim filmleri bile germiyor beni. Zaten insan neden gerilmek için ekstra bir çaba sarf eder, onu da anlamıyorum. Hayat beni yeterince geriyor, bir de bunun için para mı vereyim? (Aranızda gerilmek isteyen varsa parasını filmlere, dizilere çar çur etmesin. Bana verin ben sizi iki dakikada gerip bırakırım. Ağlayarak günlüğünüze yazarsınız.)
Son zamanlarda bu sözleri kendime, film izlerken değil de bir imtihanın en şiddetli yerinde söylüyorum. “Feyza, sen bu dünyada başıboş değilsin. Bu işte de hayır var. Yükünü bırak, derin bir oh çek, şükret. Bu da geçecek, neticesi mutlaka hayır olacak. Bak göreceksin, hep böyle oldu, yine böyle olacak. Günlüğüne ağlayarak yazdığın dertlerini düşün. Şimdi hepsini gülerek anıyorsun. Bu da öyle olacak. Allah’a sığın” diyorum.
Günlük tutmanın çeşit çeşit yararlarından bahsettiğim bu yazımın da böylece sonuna gelmiş bulunuyoruz sevgili okur. Kaderimizi rahmetiyle, hikmetiyle, ilmiyle yazan ve bizler için mutlak hayırları halk eden Rabbime, tabiri caizse hayatımın senaristine çok güveniyorum. O yüzden sırtımı şükre yaslayıp, filmin sonunu keyifle bekleyeceğim. Şimdi Sauron düşünsün!
İlk yorumu siz yazın