Şu matematiğe kulak verir misin?

Siz hangi bölümü okuyorsunuz? Hangi ilimle meşgulsünüz? Sayısal zekânız mı daha güçlü sözel zekânız mı? İlköğretimde en başarılı olduğunuz ders neydi? Ya en sevdiğiniz, merak ettiğiniz ders? Astrolojiyle ilgili misiniz? Gözlem yapmayı sever misiniz? Tamir işinden anlar mısınız? Teknolojiyle aranız nasıl? Hiç hayvan beslediniz mi? Bir çiçek nasıl büyür, izlediniz mi? Yağmurda yürümekten hoşlanır mısınız? Gökyüzünde Kutup Yıldızı aradınız mı hiç? Peki ya Büyük Ayı, Küçük Ayı? Güzel kek yapar mısınız? Çaya şeker atar mısınız? Futbol maçı seyrettiniz mi? Topu doksana atmayı denediniz mi? Günde kaç saat uyursunuz? Uykunuzda rüya görür müsünüz?

Verdiğiniz cevapları ben duyamıyorum. Ama sizin verdiğiniz cevapların kıymeti büyük, kendinizi tanımanız için. Çünkü var olan bir sistemin içinde dünyaya geliyoruz ve hiç sorgulamadan ya da sorgulamamıza izin verilmeden o sistemin içine dâhil oluyoruz. Birkaç ay içinde gelişim desteği adı altında eğitime, birkaç sene sonra öğretime tabi tutuluyoruz. Öğrenmemiz gereken çok şey var gerçekten, hayatımızı daha bağımsız şekilde idame ettirmek için. Ama ben kendime şunu çok sormuşumdur, öğrenimde zorlandığım zamanlarda: “Bunu ilk kim, neden bulmuş, nereden akıl etmiş yaa? Başımıza iş çıkarmış.” Bu, öğrenmeye (aslına bakarsanız ezberlemeye) zorlandığım bir bilgi veya yapması bana zor gelen bir yemek bile olabilir, fark etmez, aklımdan bu düşünceyi geçiriyorum.

Birçok kimsenin de benimle aynı duygu ve düşünceyi taşıdığını biliyorum. Bazı şeyleri zorla öğreniyoruz belki, ama bundan çok daha fazlasını da isteyerek öğreniyoruz aslında. Dünyaya gönderilirken ne kadar boş ne kadar dolu idik, felsefeciler tartışadursun, bir şeye sahip olduğumuzdan eminim: Merak. Tam da merak ilmin hocası olduğu için, içimizden bazıları yukarıda sorduğum sorulara “evet” yanıtını verdi sanıyorum. Bazımız ilkokulda takımyıldızı diye bir şeyin varlığını öğrendikten sonra gökyüzünde onu aradık, futbol oynayan bazılarımız en az bir kere röveşata çekmeyi denedik, kurmalı yeni bir oyuncak alındığında içini açıp çalışma mekanizmasını incelerken oyuncağı bozduk falan… Evet, bazen bozduk, yani başarısız olduk, ama şu an bu satırları okurken kim isek, ne ile meşgul isek, işte bu merak sebebi ile o kişi olduk. Bazıları daha fazla şey oldu. Bir ilim veya bilim dalının temsilcisi oldu mesela.

Yani bana şimdi yapması/öğrenmesi güç gelen ne var ise bir başkası onun için müthiş bir heyecan ve merak duymuş olmalı ki o şey, o ilim ortaya çıktı. O kişi ona kafa yordu. Enginar denen sebzeyi gördü, hayret etti, inceledi ve oturup üzerine düşündü, bunu nasıl yiyebilirim, diye. Enginarı çok severim bu arada, çok da faydalı bir sebzedir. Kısacası eşyayı, ilim ve fenleri bizim keşfetme nedenimiz meraktan başka bir şey değil, diye düşünüyorum. Peki, onların gerçekte var olma nedeni ne?

Söz konusu ilim Matematik ilmi olunca, bu tefekkürü yapıp sözü uzatmamı mazur görün, zira toplumumuzun genelinde matematik dersi en az sevilen, en az başarılı olunan ve en çok zorlama ile çalışılan/öğrenilen ders olarak karşımıza çıkıyor.1 Çok eski çağlardan beri bir kısım insanlar matematiği keşfetmişler, merak etmişler, çok derin araştırmalar yapmışlar, yetmemiş matematiğin içinden on, yirmi, belki yüz kadar farklı ilim kapısı açmışlar, derya deniz bir ilim hazinesi ortaya dökmüşler. Ne yazık ki biz (öğretim sistemini kuranlar ve yaşatanlar), yaşamının daha ilk on senesini doldurmamış, zihni dolu olmayan ve merak duygusu daha yoğun olan ilköğretim çocuğunun matematiğe merakını celp edememişiz ki, pek bir şey öğrenememiş.

Matematiğe meraksız olmak imkânsız aslına bakarsanız. Matematiği bilmemek de pek mümkün görünmüyor. Yazımın başında ortaya attığım sorulara dikkat ederseniz, hepsinin matematikle, hesaplama ile bir ilişkisi var. Bu yazıya zihnen hazırlanma sürecimde, çevremde baktığım her şeyi hareket eden rakamlar şeklinde gördüğüm bir zaman dilimi oldu. Bu kadar büyük merak duygusuyla dünyaya gönderilip, var olan her şeye ucundan kıyısından temas eden matematik ilmine kayıtsız olmak, “sevmiyorum, anlayamıyorum, başaramıyorum” demek çok acayip değil mi?

Dünyaya merak ile gönderilen insanın, tabirde hata olmasın, aynı zamanda bir kılavuzu mahiyetinde olan Kur’ân-ı Hakîm, insanın bu en temel ihtiyacı olan meraka yönelik çok fazla şey söylüyor. Çünkü insan kâinata bakıyor, onu izliyor, onu merak ediyor. Kur’ân ise kâinatı okuyor. Kâinatla ilgili merak ettiğimiz/insanın merak edebileceği ne var ise aslında Kur’ân’da ondan bahis var. Hem de öyle bir bahis ki, gönderildiğinde hiçbir insanoğlu tarafından henüz meluf olmayan bir ilme, eşyaya, konuya da işaret edebiliyor. Var olduğu bilinen, ama hakikati anlaşılamamış bir şey de yer alıyor. Zaman ihtiyarlıyor, belki birçok şey keşfediliyor, ama hâlâ insanoğlunun bulamadığı, çözemediği meselelerin de Kur’ân’da yer aldığını -bizler tabiî ki sonradan fark ediyoruz- gördüğümüzde Kur’ân’ın hâlâ ne kadar genç olduğunu, belki giderek gençleştiğini hayretle tasdik ediyoruz.

Aynı zamanda Kur’ân; merak etmeye, bakmaya, düşünmeye, araştırmaya da teşvik ediyor. Ve bunun için başıboş da bırakmıyor, yöntem gösteriyor. Kanunlardan bahsediyor mesela. Çok küllî bir hakikatin, başlı başına bir fen olarak üzerine çalışmalar yapılacak bir hakikatin bir ucuna işaret ediyor; “Sen burdan yürü” diyor âdeta.

İyi de neden Cenab-ı Hak bizim bunları öğrenmemizi istiyor? Bunun çok basit; ama güzel ve önemli bir cevabı var. Evet, bildiniz: Kendisini tanımamız için. Bizim için hazine, hatta gizli bir define hükmünde olan esma ve sıfatlarının, yani bizim anlayabileceğimiz şekilde Zât-ı Akdesi’nin bilgisini bize ulaştırmak için. İçinde bulunduğumuz Sarayın Sahibi’ni o sarayın müştemilatı aracılığıyla tanıyabilmemiz için. Bu nedenle Kur’ân da, İslâm da, İslâm Peygamberi de (asm) ilme, öğrenmeye teşvik ediyor. Hatta teşvikle de kalmayıp bilgisini veriyor; ama o fenlerin ve ilimlerin kendisi için değil, Cenab-ı Hakkın zâtına delil olarak onlardan bahsediyor. Şimdi şöyle düşünelim; insanı yaratan, insana kendini tanıma merakını veren, “Bir şekilde arayıp beni bulsun” demeyerek o yolu kanunları ile, ilimleri ile, fenleri ile, çok sayıda eşya ve eşyanın sınırsız hakikatleri ile hazır eden bir Zât; ezelî kelâmında bunlara dair bahis açmasın! Zaten böylesi muhal olurdu, değil mi?

Konuyu şuraya getirmek istiyorum aslında; bir insan, inançlı olsun/olmasın, Kur’ân’ın maksatlarından haberi olsun/olmasın, dünyasını veya ahiretini hedefliyor olsun, fıtratı üzerine yaşıyor. O merak duygusu onu harekete geçiriyor. Eğer doğru yere bakarsa görmesi gerekeni görecek. İşte bu yüzden Kur’ân bize sürekli hedef gösteriyor. Bu nedenle Bediüzzaman, “Okulda öğretmenler bize Allah’tan bahsetmiyor” diye kendisine sitem eden liseli gençlere; “Muallimleri değil, fenleri dinleyin. Onlar kendi diliyle size Allah’ı tanıtıyor” diye cevap veriyor.

Ben şunu anlıyorum biraz da bu mânâdan: Bize seslenen, karşımıza gelen hiçbir bilgiyi dinlememe hakkına sahip değiliz. “Ben ilgilenmiyorum, sevmiyorum, yeteneğim yok” ne kadar anlamsız bir bahane oluyor öyle! Bilgiyi veren kanalın Allah’tan bahsetmiyor oluşu bile geçerli bir sebep değil; çünkü hakikatte o bilgi, içinde Allah’ın Zâtı’nın bilgisini taşıyor. Buna inanan, Kur’ân’a muhatap olan kimseler olarak, bu konuda herkesten farklı, gerçekten ses getiren, eyleme dönüşen bir yaklaşıma sahip olma sorumluluğumuz olduğuna inanıyorum. Hele ki kâinatın -Yaratıcının tam mânâsıyla bir ölçü ve plan dâhilinde ortaya koyduğu kâinatın- tümüyle ilişkisi olan bir fen olarak matematiğe bakış açımızı ivedilikle yenilemeliyiz.

Matematik korkulan, kaçılan, zoraki öğrenilen bir ders olmaktansa hayretimizi ve bilgimizi artıran, bizi Allah’ı tanımaya yaklaştıran ve nihayetinde Onun rızasına eriştiren bir hakikatler kümesi olmaya lâyık çünkü.

Dipnot:
1) Özel ders alma talebi verilerine göre, %76 ile Matematik, öğrencilerin en çok özel derse ihtiyaç duydukları ders. (2018) armut.com

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*