Risale-i Nur’un çeşitli bahislerinde, temsil içerisinde Ayasofya’nın kullanıldığını görürüz. Bu yazıda temsil kullanımlarından birisi üzerinden Ayasofya’nın mânevî kimliğine dair bir tefekküre girişeceğiz. Bir yapıdan öte, mukaddes bir sembol olan Ayasofya’yı, temsilin açtığı pencerelerden okumaya çalışacağız.
29.Mektup’taki “desiseler” bahsinde Ayasofya üzerinden bir misal verilir, haritalama yapılır. Bu temsilde Ayasofya Camii’nin içinde ve etrafında çeşitli cemaatler bulunur. Camiin içerisinde, ehl-i fazl ve kemâlden mübarek ve muhterem zatlar vardır. Sofada ve kapıda haylaz çocuklar ve serseri ahlaksızlar konumlanmıştır. Camiin pencerelerinde ise, ecnebî ve eğlence-perest seyirciler bulunur. Burada kişilerin özelliklerine ve kimliklerine göre camiin çeşitli bölgelerinde yer edindiklerini görürüz.
İslâm âleminin fertleri ve bu âlemle temasta bulunanlar, Ayasofya üzerinde bir nevi haritalanmıştır. En içte ve merkezde camide bulunduğunun farkında olan bir cemaat varken, kenarda ve dışarda konumlanan karakterlerin camide bulunma sebepleri-niyetleri ve meşguliyetleri oldukça farklıdır.
Daha sonra camie giriş yapan iki farklı adam olduğunu görürüz. Birincisi camie girer ve cemaate dâhil olur. Cemaatten biri olur ve güzel bir şekilde Kur’ân’dan bir aşir okur. Bu davranış, hakikat ehlinin nazarını çeker ve güzel bir teveccüh ve mânevî bir dua ile o adama sevap kazandırırlar. Ancak bu tarz bir giriş, cemaate dâhil olmayanların, yani yanında-yakınında bulunmalarına rağmen camiin fonksiyonundan-mânâsından, adabından ve dilinden habersiz olanların hoşuna gitmez.
İkinci adam camie girer; süflî ve edepsiz şarkılar söyleyerek dans eder. Bu gösteri haylaz çocukları güldürür. Serseri ahlâksızların amaçlarına ve meşguliyetlerine teşvik olduğu için hoşuna gider. İslâmiyet’in kusurunu görmek isteyen, orada bulunma amacı kusur aramak olan ecnebîlerin istihzakârane tebessümüne sebep olur. Ancak camiin içerisinde konumlanmış olan muazzam ve mübarek cemaatin nefret ve tahkir nazarını çeker. Nazarlarında alçak bir konuma düşer.
Bu temsilde, Ayasofya’yı İslâm âleminin mânevî bir sembolü olarak görüyoruz. Ancak temsilin hakikatine geçerken nazar-bakış; geniş âlemden-umumdan bireye döndürülüyor ve Ayasofya doğrudan bizim dünyamıza-amelimize dokunur hâle geliyor. “Her bir Müslüman, hususan ehl-i fazl ve kemâl ise, bu camide, derecesine göre bir mevkii olur, görünür, nazar-ı dikkat ona çevrilir”1 cümlesiyle temsildeki izleyici modundan temsilin bir aktörü hâline geliyoruz. Hakikat bize yakınlaşıyor.
Kişi öncesinde kendisini, İslâm âleminin geniş dairesinde tanımlamış olarak güvenli bir alanda hissetse bile bireysel sorumluluğuna dikkat kesiliyor. Ayasofya dışarıdaki bir bina olmaktan çıkıp içimizde bir mânâya dönüşüyor. Bu mabedde bir görünürlüğümüzün, bir konumumuz olduğunun, bütün cemaatin bizim camie girişimizle, bu camideki ahlâkımızla ve amelimizle alâkadarlığının farkına varıyoruz.
Bu aşamada bireyin hareket ve amelini hangi temeller ve motivasyonlar üzerine bina ettiği önemli oluyor. İhlâs, rıza-i İlâhî ve Kur’ân-ı Hakîm’in hakikatleri dairesinde bir harekâtta mı bulunuyor? Kur’ân âyetlerini insanda-kitapta-kâinatta okuyor ve hâli-ahlâkı ile Kur’ân âyetlerini okutuyor mu, kâinatın ve Kur’ân’ın diline âşina mı, öğrenmek için çabalıyor mu?
İnsan farkında olsa da olmasa da her an, her amelinde bir tercihte bulunuyor. Mânevî Ayasofya’da kendisine bir konum seçiyor; birilerini kendisine gülümsetiyor, kendisinden memnun ediyor, birilerinin tahkirini celb ediyor. Öyleyse insan kendisine sormalı: Ben her bir meşguliyetimde, sözümde, hâlimde, kendime ve ötekine muamelemde, hayatımın büyük-küçük, hususî-umumî her bir alanında kimi memnun ediyorum? Her an her amelimle içimdeki-ruhumdaki mânevî Ayasofya’ya girdiğimde kimin dikkatini çekiyorum?
Akılsız haylaz parçam mı mutlu oluyor, serseri, kural tanımak-bilmek istemeyen parçamı mı memnun ediyorum? Ya da kâinatın-fıtratın diline, dolayısıyla bana ve insanın hakikatine, Onun hitabına yabancı ve düşman parçam mı memnun oluyor? Şu anda ben bu sözü söylerken, bu hareketi eylerken mabedin kıblesine-merkezime mi dönüyorum yoksa dışarı mı savruluyorum? Kendi içimdeki ya da her an içinde bulunduğum mabedin puthaneye çevrilmesinden kimi sorumlu tutabilirim? Peki ya o imzayı ben attıysam, o dansları ben yaptıysam, o şarkıyı ben söylediysem?
Aslında her bir mü’minin içerisinde dahi bir Ayasofya, bir mukaddes mabed bulunur. Her mü’min bu mabedde ne yaptığından, hangi meclisi temsil eden işlerle meşgul olduğundan sorumludur. Ayasofya gibi hâlden hâle girer her insan yaşayışı boyunca. Kubbesi yıkılır, yağmalama esnasında zarar görür, savaşlar geçirir, yıkılır-tekrar inşa edilir, peygamber tükürüğüyle tamir olunur. Belki bazen danslar oynatır o camide, sonra pişman olup kendi hakikî hâline döner.
Bazen fetihler olur iç âleminde, bazen yıkılışlar, kapanışlar, bitişler. Nihayetinde kubbesinde “Allah, göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun misali, tıpkı içinde lamba bulunan bir kandile benzer”2 diye yazılıdır. Onun nurunu arayıp bulmakla, Onun nuruyla nurlanmakla, nurlu mânâları keşfetmekle geçer ömrü…
Onun nurunu saçan kandil elbette ki sönmez, peki ya bizim Ayasofyamızın kandili ne durumda? Ayasofya’da ezanlar tekrar okunurken bizim de kıbleye dönme vaktimiz gelmedi mi?
Yazdıklarım kesin fikirlerden öte bir hakikat avlama denemesidir. Eleştiri ve yoruma açıktır.
İlk yorumu siz yazın