Ayasofya (Hagia Sophia), dünya çapında üne sahip muhteşem bir mimarî eserdir. 916 yıl boyunca kilise, 482 yıl boyunca cami olan bugünkü Ayasofya’nın öncesinde iki farklı kilise mevcuttu. Bunlardan ilki Konstantin’in oğlu olan Konstantius tarafından 360 yılında yapılmış olan kilisedir. Bazilikal tarzda yapılmış olan bu kilise muhtemel olarak ahşaptan yapılmış ve çatı ile örtülmüştür. Megale Eklesia (Büyük kilise) adını verdikleri bu kilise İmparator Arkadius zamanında (MS 404) çıkan isyanlar sırasında yanar. Bu isyanların bir sebebi de Arkadios’un, eşi olan Evdoxia’nın kilise avlusuna yaptırmış olduğu yarı çıplak heykelinin, dindar Hıristiyanlar arasında rahatsızlık oluşturmasıdır. Bugün bu heykelin kaidesi ve gövdesi hâlâ Ayasofya bahçesinde bulunmaktadır.
Arkadios’tan sonra tahta çıkan 2. Teodosius, yıkılan bu kilisenin yerine yeni bir kilise yaptırır. Bu ikinci kilise MS 532’ye kadar ayakta kalır. En son MS 532 yılında, İmparator Justinianus zamanında, şehir halkında yönetimi beğenmeyenler tarafından büyük bir isyan başlar. Tarihte Nika (zafer) Ayaklanması olarak geçen bu ayaklanmada, neredeyse şehrin büyük bir bölümü tahrip edilir. Justinianus bu isyanı bastırır ve şehri yeniden inşa etmek için hazırlıklara başlar. Konstantin nasıl Yeni Roma’yı kurmak istediyse, Justinianus’un da buna benzer bir amacı vardır. Ancak bu sefer yeni Roma yerine Yeni Kudüs’ü kurmayı amaçlar. Hz. Süleyman adına yapılmış olan ve MÖ 6. yy.’da yıkıldıktan sonra tekrar inşa edilen Kudüs Tapınağı’ndan daha büyük bir mabedi Konstantiniye’de yaptırmak imparatorun en büyük hedefidir.
Justinianus, dönemin en önemli iki mimarı olan Trallesli (Aydınlı) Antemius ve Miletli İsidoros’a hayâlindeki mabedin plânından bahseder. Mimarlar plana bakarak bu binanın yapılmasının imkânsız olduğu konusundaki görüşlerini belirtirler. Çünkü imparator, bazilikal tipte dikdörtgen olan orta alana büyükçe bir kubbe yapılmasını ister. Justinianus kararlıdır. Bu kilisenin yapılması gerekmektedir. Tarihler 532’yi gösterdiğinde günümüze kadar ulaşmış Ayasofya yapılmaya başlanır ve beş yıl içerisinde tamamlanarak 537 tarihinde ibadete açılır.
Böylelikle, Mısır piramitleri dışında dünya üzerindeki en büyük bina inşa edilmiş olur. İmparator Justinianus’un dikdörtgen bir alana kubbe yerleştirme isteğinde hem politik hem de mânevî bir takım mesajlar vardır. Zira, planının dikdörtgen olması Justinianus’un Süleyman tapınağına öykünmesi ve onu geçme iddiası olduğu için, tapınağı dikdörtgen planda yaptırmıştır. Kubbe ise daha çok Roma’da kullanılan bir örtü biçimidir. Dolayısıyla İmparator, Hıristiyanlığı hâkîm kılmak maksadıyla hem Musevîliğin hem Roma’nın etkilerini âdeta Ayasofya’da mezcettirme çabasına girmiştir.
Kubbe, sonsuzluğu ve ölümsüzlüğü sembolize eder. Kare ve dikdörtgen de sınırları sembolize eder. Ayasofya’nın iç süslemesinin ihtişamı ve ölçülerinin bir kilise için alışılmamış büyüklükte oluşu, en önemlisi de, orta mekânına hâkim olan kubbenin yükseklik ve çapı, yüzyıllardır ziyaret edenleri şaşırtmış ve hayranlık duymalarına yol açmıştır. İlginçtir, bu sembolizm, Ayasofya’da âbidevî bir hâl almasına rağmen, defaatle yıkılmıştır. Tâ ki İslâmî bir dokunuşa kadar. Tarihi boyunca birçok kez tahribata uğrayan Ayasofya’ya, en büyük zararı haçlı seferleri vermiştir. Özellikle IV. Haçlı Seferi sırasında, 1204 yılında şehri ele geçiren şövalyeler, Ayasofya’nın Hıristiyanlık için kutsal olan pek çok değerli eşyasını yağmalamışlardır.
Arkasından 1344 yılında yaşanan deprem Ayasofya’yı bir kez daha yıpratmış, zor durumdaki devlet, bu güzel mabedini tamir ettiremediği için bir dönem ibadete kapatılmıştır. Halktan toplanan özel vergilerle ve bağışlarla 1354 senesinde tamir edilerek tekrar ibadete açılır. Tâ ki İstanbul Fatih tarafından fethedilinceye kadar kilise olarak vazifesini sürdürmüştür.
Kilise, fetihten sonra bizzat Fatih’in imam olarak kıldırdığı ilk cuma namazı ile Sultan tarafından vakfedilerek camie çevrilmiştir. Daha sonra Osmanlı sultanları tarafından ilgi gören Ayasofya, yapılan ilavelerle âdeta bir külliyeye dönüştürülmüştür. En kapsamlı tamir çalışması Sultan Abdülmecid Dönemi’nde (1839-1861) Fossati tarafından yapılmıştır. Böylece Ayasofya, tarih boyunca hiç görmediği bir özenle Osmanlı Devleti’nin en gözde mabedi olmuş ve 482 yıl cami olarak hizmet vermiştir.
Ayasofya, Türk milletinin nazarında daima fethin ve İslâm’ın zaferinin bir âbidesi olmuştur. Aynı dönemde Hattat Kadıasker Mustafa İzzet Efendi tarafından yazılan, 7.5 m. çapındaki 8 adet hat levhası ana mekânın duvarlarına yerleştirilmiştir. “Allah, Hz. Muhammed, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin” yazılı bu levhalar İslâm âleminin en büyük hat levhaları olarak bilinmektedir. Aynı hattat, kubbenin ortasına ise Nur Suresi’nin 35. Âyetini yazmıştır.
Ayasofya Camii, 1932 senesinde restorasyon amacıyla ibadete kapatılmış ve yıl 2020 olmasına rağmen ne hikmetse bu restorasyon henüz bitirilememiştir. Ayasofya, görkemli mimarîsini süsleyen mozaikleriyle de geçmişte ve günümüzde dünya mimarîsinde özel bir yer kaplamaktadır. Ayasofya’nın iç bölümünün altın mozaikli duvar resimleriyle bezeli olduğunu belirten kaynaklar var olsa da, mozaiklerin tümü ikonoklazma, yani resim düşmanlığı akımı sırasında ortadan kaldırılmıştır. Bu akımın sona ermesiyle 9. yüzyılın ikinci yarısından itibaren mozaikler yeniden yapılmaya başlanmıştır. Bu mozaiklerin üstü Osmanlı Dönemi’nde sıvayla kapatılmıştır.
Dünya mimarlık tarihinin en muhteşem eserlerinden biri olan Ayasofya, yaklaşık 15 asır ibadethane olarak kullanılmıştır. Dünyanın en eski mabetlerinden biri olan bu âbidenin bahçesinde yer alan türbede birçok Osmanlı Sultanı yatmaktadır.
Ayasofya, mimarî açıdan bir âbidedir. Fakat asıl mânâda Ayasofya’yı önemli hâle getiren mânevî sembol oluşudur. Bir devrin kapanıp yeni bir devrin açılması zamanına da işaret ederek, âhir zamanda vuku’ bulacak olan İsevîlik şahs-ı mânevisi ile Müslümanlık şahs-ı mânevisinin ittifakına da hizmet edecek konumdadır.
Böylece Bediüzzaman’ın işaret buyurduğu gibi; “Mânen Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılâp edecektir. Ve Kur’ân’a iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı mânevîsi tâbi ve İslâmiyet metbû makamında kalacak, din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır”1
Bediüzzaman, Ayasofya’nın mânevî mânâsını, “Hem bu kahraman milletin ebedî bir medar-ı şerefi ve Kur’ân ve cihad hizmetinde dünyada pırlanta gibi pek büyük bir nişanı ve kılıçlarının pek büyük ve antika bir yadigârı olan Ayasofya Câmii…”2 şeklinde tanımlamıştır. Dolayısıyla bu mahiyette olan bir âbideyi asıl maksadından müzeye çevirmek, ecdada ve bu millete bir hıyanet idi.
Ayasofya, tarih boyunca hep kırılma noktalarının ve mühim inkılâpların sembolü olmuştur. Justinianus’un zamanında, imparatorluğun merkezi olan Konstantine’yi Kudüs gibi kutsal bir şehir hâline getirme arzusunun bir sembolü olmuş, fetihle beraber İslâm’ın gücünün bir sembolü olmuştur. Dolayısıyla müzeden camie çevrilmesi de yine mühim bir inkılâbı beklemektedir.
İlk yorumu siz yazın