Kilise, bir Müslüman, hususan bir Nur Talebesi için ne mânâ ifade eder? İbret nazarıyla kiliseye nasıl bakabiliriz? Çoğumuzun kulak aşinası olduğu şapel, kilise, bazilika, katedral ve manastır denilince ne anlamamız gerekir?
Hıristiyanlığın yapılarını ziyaret edip gözlemlemekle hâlimize nasıl şükredebiliriz? Soruları uzatmamız mümkün. Bu yazımızda bu soruların cevaplarını arayacağız. Evvela aralarındaki farkı anlamaya çalışarak mevzumuza giriş yapalım.
Kilisenin küçüğüne şapel denir, bizdeki cami, mescid gibi. Nasıl ki küçük camiye mescid deniliyor, şapele de bir nevi küçük kilise nazarıyla bakabiliriz.
Bazilika ise, kiliseyle aynı fonksiyona sahip olmakla birlikte mimarîleri yönüyle farklıdır. Genellikle ortada uzun ve yüksek bir koridor, iki yanda alçak iki koridordan oluşmakta; dolayısıyla haç planlı yapılardan ayrılır.
Katedral, bir piskoposluğun (piskoposun dinî idaresi altında olan bölgedir) merkezi olan, başka bir deyişle kilise hiyerarşisi içinde idarî bir makam olan piskoposun (fetva verme yetkisine sahip başpapaz) devamlı bulunduğu yapıdır. Aynı zamanda bulundukları şehrin en büyük kilisesi mânâsına gelir.
Manastıra gelince, Hıristiyan din görevlileriyle kendisini dine adayan kimselerin bir arada yaşadığı dinî yapıdır. Genelde şehirden uzak, ulaşılması zor alanlarda kurulur. Bunun sebebi, görevli ve inzivaya çekilen kişilerin beşerî münasebet, problem ve askerî saldırılardan en az düzeyde etkilenmesini sağlamaktır.
Aslında bu yapıların her birisinin sanat tarihi açısından çok önemli bir yere sahip olduğunu belirtmek gerekir. Maddî cihetten bakıldığında, çoğu yüzlerce yıllık olan bu eserler; mimarî sanat anlayışı, kültür seviyesi ve hayat tarzı vb. konular hakkında çok önemli ipuçları vermektedir.
Mânevî cihetten ise, eğer bu yapılardaki bazı şekil ve kavramlara mânâ penceresinden “ibret!” nazarıyla bakabilirsek, bizlere derin bir tefekkür imkânı sunar. Gayet tabiî ki, tefekkür düzeyimiz de bu husustaki şükür seviyemizi belirleyecektir. Şöyle ki:
Teslis, “baba-oğul-kutsal ruh” anlamına gelir ve Allah’a (cc) şirk koşmaktır. İkona, kutsal sayılan kişi ya da olayların; duvar, mozaik veya ahşap üzerine yapılmış temsilî resimleridir. Fresk ise, kireç suyunda eritilmiş madenî boyalarla, yeni sıvanmış olan ıslak bir duvar yüzeyine resim tekniğiyle bazı tasvirlerdir. Ve tüm bu unsurlar tevhidden ne denli uzaklaşıldığının müşahhas numuneleridir.
Tarihî vetire şahittir ki, beşeriyet tevhid eksenli bilgi ve amel edemediğinde, yerine şirk eksenli garabetler dolduracaktır. Mesela, Rab, Allah’ın (cc) bir sıfatıdır. Rab deyince, Onun yerine, yarattığı, terbiye ettiği kullar ön plana çıkmaktadır. Hz. İsa’ya (as) dahi Rab denilebilmektedir.
Tam bu noktada -her ne kadar iyi niyetle yola çıkılsa da- kimi ne kadar sevmemiz hususunda bir ölçüye ihtiyacımız olduğu âşikârdır. Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin “Hazret-i İsa’ya, Nasranî, muhabbetinden hadd-i meşrudan tecavüz ile, hâşâ, ‘ibnullah’ dediler.”1 ifadesi son derece manidardır.
Görüldüğü üzere sevgi de de ölçü aşıldığında mensuplarını şirke kadar götürüyor. Bu tabiî ki, sadece fikrî ve imanî düzeyde kalmıyor, eserlere de sirayet ederek müşahhaslaşıyor.
Mesela kilise yapılarında genelde dikey mimarî ve çok az pencere tercih edilir. Dikey mimarî kibrin alâmetidir. Kiliseye yaklaşıp yukarı doğru baktığımızda içimizi saran korkunun temel sebeplerinden birisi budur. Kiliseye girdiğimizde kasvetli havanın artması ise, az sayıda pencere kullanıldığından ışığın da az girmesindendir.
Meselenin bu boyutunu camilerle kıyaslarsak şöyle bir durumla karşılaşırız: Camilerde, özellikle ilk dönemde yatay mimarî tarzı benimsenmiş ve çok sayıda pencereyle aydınlatılmıştır. Bu durum da, ilk defa camiye adım atsak bile korku yerine “kendi evindeymiş gibi” rahatlık vermesinin yanında, aydınlık olması dolayısıyla da kasveti önlemektedir. İşte tarifi zor bir huzur vermesinin sırlarından birisi de budur.
Kilise yapılarında bazı istisnalar dışında kubbe kullanılmaz. Özellikle barok ve gotik tarzında sert, sivri ve köşeli geometrik unsurlar tercih edilir. Bu tarz insanda yabancılık, kendini bulamama, bilinmeyene karşı bir huzursuzluk, çekingenlik hissiyatı oluşturur. Oysa ki İslâm mimarîsinde, insanı rahat ettiren ve huzur veren ve kâinatla da uyumlu oval motifler tercih edilerek, insan olumsuz duygulardan, düşüncelerden olabildiğince uzaklaştırılır.
Kilisede çok sayıda insan ve melek tasvirleri, şarap içme sahneleri, çarmıha germe betimlemeleri gibi tasvirlere de sıkça rastlanılır. Bu, izleyenleri, bilhassa çocuk ve kadınları da korkutuyor. İslâm mimarîsinde, insan tasvirleri ve haram tasvirler yerine çeşitli bitki ve geometrik unsurlar kullanılır. Dolayısıyla tevhide giden yollardan biri olan sanatın, tefekkürî nazarlara sunulması, şükredilmesi gereken hususlardandır.
Meseleye edep açısından da yaklaşıldığında, “Allah’ın (cc) evi” olarak nitelendirilen hiçbir mabede ayakkabıyla girilmemesi gerektiği rahatlıkla söylenebilir. Ne yazık ki, kilise vb. mabedler için bu kural uygulanmıyor. Diğer taraftan ziyaret edenlerin kıyafetlerinin bile uygun olmadığını çoğumuz müşahede etmişizdir. Açık-saçık kıyafetlerle yapılan ziyaret ya da ibadetin mâneviyattan ne denli uzaklaştırdığı âşikârdır. Camilerde, gayri Müslimlerin ziyaretlerinde bile Müslümanların uyduğu kurallara (giyiniş tarzı, saygı vb. gibi) riayetin sağlanmasının herkes için en selametli yol olduğu tecrübeyle sabittir.
Yukarıdaki paragraflardan da anlaşılacağı gibi, din de tevhid ekseninden çıkartıldığında şirk bataklığına saplanılıyor. Bu durumun sadece teorik düzeyde kalmayıp pratik hayata ve eserlere yansıdığı da görülüyor.
Yanlışın derecesinin anlaşılması için doğruyla kıyas edilmesi kaçınılmazdır. Bu yazımızda bir nebze de olsa bu kıyası yaparak İslâmiyetin ve eserlerinin fikrî, imanî, mantıkî, insanî ve vicdanî boyutlarını anlamaya çalıştık. Kilise vb. yapıları gezmek bizler için İslâmiyetin ne kadar doğru bir yol olduğunu anlamamıza ve sonsuz şükretmemize vesile oluyor.
İlk yorumu siz yazın