Büyümek ve ölmek üzerine

Hani bazı şeyler sürekli gözümüz önünde olsa da onu fark etmeyiz, sonra bir anda farkına varıp hayret ederiz ya. İşte çocukluğumda, büyüklerin çok yavaş hareket ettiklerini fark ettiğimi hatırlıyorum. Hatta yanılmıyorsam halam yürürken fark etmiştim bunu. Ne kadar da yavaş yürüyordu. Oysa ben, bir odadan diğerine geçerken bile atlayıp koşarak geçiyordum. Büyükler hiç sıkılmıyor muydu bu kadar ağır hareket etmekten?

Şimdiyse oradan oraya koşuşturan çocukları gördüğümde “Yorulmuyorlar mı?” diye düşündüğüm gibi, kendi hareketlerimin de yavaşladığını fark ediyorum. Büyümek; zıplamamak ve koşmamak demekmiş gibi. Yazdan yaza köye gittiğimizde orada yaşayan akrabalarımız, ne kadar büyüdüğümüzü söylerdi hep. O zaman bu sözler bir şey ifade etmezdi benim için. Ben hâlâ aynı bendim çünkü, büyüdüğümü fark etmiyordum ki. Artık kimse “Aa ne kadar büyümüşsün” demiyor, ama biliyorum ki küçük ben gideli çok oldu. Geçenlerde kuzenim söylediğinde fark ettim, artık anne-babalarımız yaşlanıyor. Halbuki biz hep küçük kalacaktık, onlar da genç olacaktılar. Önceden halalarım, amcalarım, teyze ve dayılarım hep gençtiler. Yaşlılar da hep yaşlıydı. Sanki onlar hiç genç olmamıştı, genç olanlar da hiç yaşlanmayacaktı. Bunun aslında böyle olmadığını fark etmek ne garip.

Artık herkes büyük. Babam ve halamlarla oturup saatlerce evin bozulan tesisatı gibi meseleleri konuşuyoruz. Bu konuşmaların birinde artık konuşmayı dinlemeyi bırakıp babamın nasıl aşk ve şevk ile borulardan, alt kata akan suyun kaynağını bulmasından bahsettiğini incelemeye başlamıştım. Gerçekten tesisat meseleleri beni de bu kadar heyecanlandıracak mı bir gün? Anlaşılan o ki, büyüyünce bu tarz şeyler konuşuluyor. Gerçi büyümek o kadar da kötü bir şey değil. Büyümenin de aslında çok eğlenceli olduğunu farklı zamanlarda farklı şeyler yaparken anlıyorum. İki yeğenimin bana mânâlı bakışlarla “halaaa” demesi çok güzel mesela. Benimle yaşıt kuzenimle, amcamın arabasına atlayıp istediğimiz yere gidebilmek de öyle. Örnekler artırılabilir, herkesin büyüdüğünü anlaması farklı şekillerde oluyordur.

Tüm bu düşüncelerin çıkış noktası birkaç gün önce babaannem ve kuzenimle yaptığımız konuşmalardı aslında. Ben küçükken vefat etmiş olan ve şimdi yeni yeni tanıdığım kişilerden bahsettik. -Bu da büyümenin bir göstergesi herhalde. Yıllar önce vefat etmiş kişilerle tanışmak yani.- Babaannemin annesi Emine Ana1 mesela, ismimi de ondan almışım, sürekli Kur’ân okurmuş. Dedemin amca kızı da takvim yapraklarını okumayı severmiş, vefat etmeden önce içtiği bir bardak sütü babaannem vermiş ona. Babaannemin eltisi Fatime Ana’yı çok hasta olduğu için İstanbul’a götüreceklermiş, halbuki kendisinin hiç hevesi yokmuş ve gidemeden de vefat etmiş… İşte bu minval üzere konuşulurken kuzenim ne güzel söyledi: “Vay be, o zamanki köy ile şimdiki köy ne kadar farklı. Evleri, insanları ne kadar değişti.” Hakikaten öyle. O zamanki ihtiyarlar şimdi toprak altında ve o zamanın gençleri şimdiki ihtiyarlar olmuş. Tahta ev yanmış, beton evler yapılmış. Eskiden otluk olan yerler şimdi orman olmuş. Kim bilir, bir elli yıl sonra yeğenlerim elli iki yaşlarına geldiklerinde bu köy, bu dünya ne kadar farklı olacak?2 Biz belki hayatta olmayacağız, arkamızdan yetişenlere bizi anlatacaklar.

Üstad Bediüzzaman’ın rabıta-i mevt diye tabir ettiği ölümü düşünmek, dünyevî heveslerden vazgeçmek bana hep zor gelmiştir. Ölümü düşünemiyorum çünkü. “Bence ben ölmem” gibi bir düşüncem var. Ama işte bu neviden konuşmalar ve ayrılıklar -mesela memleketten ayrılık- ölümü düşünmeyi kolaylaştırıyor; buradan ayrıldığım gibi dünyadan da ayrılacağım… Bir gün dershaneden eşyalarımı toplayarak ayrıldığımda da böyle hissetmiştim. Her ne kadar burası benim evim diye düşünsem de, orası benim evim değildi. Kimse “Gitmek ister misin?” diye sormamıştı, ama vazifem bitmişti, gitmem gerekiyordu.

Üstad, İhtiyarlar Lem’a’sında böyle bir tefekküründen bahseder. Eyüp Sultan Kabristanı’nda otururken, birden hususî dünyası vefat ediyor gibi bir halet-i ruhiyeye girmiştir. “Düşündüm ki: Ben üç cihette misafirim; bu menzilcikte misafir olduğum gibi, İstanbul’da da misafirim, dünyada da misafirim. Misafir, yolunu düşünmeli. Nasıl ki bu odadan çıkacağım, bir gün de İstanbul’dan da çıkacağım, diğer bir gün de dünyadan çıkacağım.”3 Gayet elemli bir hüzün kalbine çökmüşken Kur’ân’dan gelen nur, onu şöyle teselli eder:4 

Hakikaten ben de o güzel, dünya cenneti İstanbul’a geldim. Bir gün ebedî olarak ayrılmadan önce.

Dipnotlar:
1) Rize ağzında “Emine Ona” denilir.
2) Ben yetmiş yaşımda olurum, ama yeğenlerim elli yaşında olamazlarmış gibi geliyor. Bir bebek o kadar büyüyebilir mi gerçekten?
3) Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2019, s. 365
4) “O hazîn hale karşı Kur’ândan gelen nur böyle ihtar etti ki; senin, Şimal-i Şarkîde, Kosturma’daki gurbetinde bir iki esir zabit dostun vardı. Bu dostların her halde İstanbul’a gideceklerini biliyordun. Sana birisi dese idi: ‘Sen İstanbul’a mı gideceksin, yoksa burada mı kalacaksın?’ Elbette zerre miktar aklın varsa, İstanbul’a ferah ve sürurla gitmesini kabul edecektin. Çünkü bin birden dokuz yüz doksan dokuz ahbabın İstanbul’dadırlar. Burada bir iki tane kalmış, onlar da oraya gidecekler. Senin için İstanbul’a gitmek; hazîn bir firak, elîm bir iftirak değil. Hem de geldin, memnun olmadın mı? O düşman memleketindeki pek karanlık uzun gecelerinden ve pek soğuk fırtına kışlarından kurtuldun. Bu güzel (dünya cenneti gibi) İstanbul’a geldin.” (Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2019, s. 365)

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*