Fikir namusu

Yaşadığımız şu günlerde pek de sahip olduğumuz söylenemez bir şey aslında, fikir. İfadem size anlamsız gelebilir, zira şu an elinizde bir dergi var ve bir fikir yazısı okuyorsunuz. Fikir olmadan hiçbir eser ortaya çıkmaz elbette. Fakat peşinen söylüyorum ki, bu yazıda konuştuklarım öyle çok da bilmediğiniz şeyler olmayacak. Biraz hasbihâl etmek için yazıyorum. Düşüncelerimi paylaşıyorum belki, ama düşüncelerimin ne kadarı benim fikrim derseniz, işte ona cevap veremem.

Aslında kendime ait olan ve olmayan fikirleri bile ayırt etmekte çok güçlük çekiyorum herkes gibi. Hani bazen olur ya, bir şey düşünürsünüz; mesela bir slogan, bir marka ya da bir aforizma beliriverir zihninizde aniden ve siz onu ilk düşünenin kendiniz olduğunu zannedersiniz. Ne yazık ki o söz çoktan söylenmiştir, bunu fark etmek hayâl kırıklığına sebep olur. Bu hâl sizin de başınıza çokça gelmiyor mu? İnsanoğlu yüzyıllardan beri yaşıyor, düşünüyor, üretiyor, biraz da bu yüzden şimdilerde gerçekten özgün bir şey ortaya koymak çok zorlaştı. Çok şeyler söylendi şimdiye kadar; ama yeni bir şey söylemeyi zorlaştıran başka bir sebep de, her şeye bu kadar kolay ulaşabiliyor olmak ve başkalarının ortaya koyduğu şeyleri izlemekten kendi iç dünyamıza yönelememek. İşte bu kısa girişte anlatmak istediğim şu ki; fikrin namusunu konuşmadan önce gerçekten fikir denmesine değer, özgün söylemlerin farkına varabilmek çok önemli.

Tıpkı elinizdeki bu dergi gibi içinde fikir barındıran (özgün olsun veya olamasın, en azından değerli fikirler var bu dergide, hakkını teslim edelim) kaynakları bir düşünelim. Hemen bütün medya unsurları buna sahiptir aslında. Çünkü hepsinin insanları bilgilendirmek, bilinçlendirmek, eğitmek, yönlendirmek, farkındalık meydana getirmek, düşündürmek, sorgulatmak vs. muhakkak bir amacı vardır. Bazısının bazı çirkin amaçları da olabilir; manipüle etmek, kandırmak, kışkırtmak veya karalamak gibi. Niyet iyi de olsa kötü de olsa onu gerçekleştirmenin yolu, içinde barındırdığı fikirler her ne ise bunu insanlara ulaştırmaktır.

Bu bazen bir gazete haberiyle olur, bazen dergi makalesi, bazen bir konferans, bazen televizyonda verilen bir miting, bazense (şimdilerde çokça) sosyal medya üzerinden yapılan bir paylaşım. Tabiî ki herkes doğru ve özgün bilgiye ulaşmak ister. Kimse kandırılmak istemez. Ancak gerçek şu ki, hepimiz çoğu zaman kandırılır ve bunun farkına dahi varmayız, varsak da kabullenmek istemeyiz. Üstelik insanları kandırmak, onları kandırılmış olduklarına inandırmaktan çok daha kolaydır. Bu son söylediğim söz bana ait değildi mesela; ama bunu ifade etmeseydim, daha önce duymamış biri benim bu konuda çok güzel bir fikir öne sürdüğümü düşünecekti.

Her neyse, konuma dönüyorum. Herhangi bir yerde maruz kaldığımız bir fikri düşünce dünyamıza almadan evvel birtakım sorgulamalar yapmak bizim sorumluluğumuz. Bu hepimizin bildiği bir gerçek tabiî ki, bunu ilk defa söyleyenin ben olmadığımı biliyorum. Ancak bu konuda gerçekten değişik bir şey söyleyen birini biliyorum. Bediüzzaman bu sorumluluğu önce şu cümlelerle bize nasihat ediyor: “Kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor.”1  İlk cümle zaten bir atasözü. Yani çok öncelerden atalarımız tarafından verilmiş bir tavsiye, tamam. Yalnız devamındaki şu ifadelerin benzerine ben başka herhangi birinde rastlamadım: “Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayâlin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.”2 İşte bu gerçekten orijinal bir fikir. Kendi fikrine körü körüne sahip çıkılmayıp, kişinin kendi muhakemesinden geçirdikten sonra ancak kabul etmesini istemek Bediüzzaman’ı büyük bir fikir adamı yapıyor.

Neden büyük olduğunu anlatabildim değil mi? İfadeye bakıldığında sanki sözün muhatabına bir nasihat veriyor gibi görünüyor. Onu da yapıyor zaten; ama söyleyişiyle aslında fikir sahibinin ya da fikri ortaya koyanın nasıl bir tutum içerisinde olması gerektiği dersini de veriyor. Yani, fikir sahibinin özellikleri madde 1: “Gerçekten özgün bir fikir ortaya koymuş olsan dahi bunu kimseye dayatmayacaksın, insanları manipüle etmek için kullanmayacaksın, hatta kendilerinden kaynaklı bir zaafiyet sebebiyle manipüle edilebileceklerini fark ettiğinde buna engel olmak adına çaba sarf edeceksin.”

Bediüzzaman’da bu konuyla ilgili başka özgün yaklaşımlar da var bu arada. Kendisi kitap, konferans gibi vasıtalar haricinde gazete makaleleri yoluyla da fikirlerini beyan eden biri. Ve şöyle bir ifadesi var: “Gazetelerde neşrettiğim umum makâlatımdaki umum hakaikte nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mâzi cânibinden, Asr-ı Saadet mahkemesinden adaletnâme-i Şeriatla dâvet olunsam; neşrettiğim hakaikı aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa, o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim. Şayet müstakbel tarafından üç yüz sene sonraki tenkidât-ı ukalâ mahkemesinden tarih celpnamesiyle celp olunsam, yine bu hakikatleri, tevessü ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim. Demek, hakikat tahavvül etmez, hakikat haktır.”3 Bu ifadeleri okuduktan sonra az önceki ifadeler daha bir anlamlı oldu, değil mi? Çünkü buradan anlıyoruz ki Bediüzzaman, ortaya koyduğu fikirlerinin haklılığından çok emin. Tabiî onun makamı ve vazifesi gereği arkasında hissettiği inayet kuvveti bunda çok etkilidir.

Ne olursa olsun, bir insan, hakikati konuştuğuna bu kadar emin olup, Peygamberimizin (asm) Saadet Asrı’nda da olsa, üç yüz sene sonrasında da olsa aynı fikirleri savunacağını iddia ederken diğer yandan “Beni mihenge vurun” diyorsa, bu çok büyük bir erdemdir. Öyleyse söz söyleyen için kural 2: “Bir fikir ortaya atıyorsanız bunu unutmayın, zaman ve zemin ne kadar değişmiş de olsa onun namusuna sahip çıkın. Yanıldığınızı düşünüyor da olabilirsiniz. O zaman da içtenlikle kabul edin, önceki düşüncenizi inkâr etmeyin. Zira ne kadar kendinizden emin de olsanız insanlara sizi sorgulama ve eleştirme hakkını verdiniz/vermelisiniz. Bu durumda belki de düşünceniz değişebilir.”

Burada söze muhatap olana da şöyle ince bir mesaj var tabiî: “Konuşan her ne kadar şimdi fikrinden çok emin gözükse de, mihenge vurma işini ihmal etmemek lâzım. Bakalım üzerinden zaman geçtikten sonra da aynı fikri savunmaya devam edecek mi? Çok söz söyleyenler var ki, zaman gelir kendi sözlerini tanımaz olurlar.”

Sıradan bir insanın, toplumu etkileyecek, ses getirecek, ciddi fark oluşturacak ya da ne bileyim bilime katkı sunacak şekilde bir fikir ortaya koymayacağını biliyoruz. İnsanların bir kısmının sadece yaşıyor olmak için bir şeyler yaptığını ve en fazla nasıl yaşadığını ortaya koymak için söz söylediklerini görüyoruz. Ama bir hedefi olan ve bu hedefi doğrultusunda herhangi bir vasıta ile kitlelere hitap edecek şekilde fikir sunan insanların, o fikirlerin namusunu gözetmeleri gerektiğini düşünüyorum. Nitekim bu konuda bazı kaideler hukuk sistemimizde kanun suretinde yer etmiş. Ama bu namusu büyük ölçüde koruyacak olan şey, kanunlardan öte kişisel ahlâktır. Kendimizi söz söyleyen, fikir beyan eden konumda görmesek bile, her zaman, hepimiz söze ve fikre muhatap olan o kimseyiz. Dolayısıyla kendimiz hitap ediyor gibi karşımızdakinde o ahlâkı ararsak fikir piyasasında silik sözler azalır. Zira talep edilmeyen şeyin arzı da mümkün değildir.

Dipnotlar:
1) Eski Said Dönemi Eserleri, Münazarat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2017, s. 173
2) age. s. 173
3) Eski Said Dönemi Eserleri, Sünuhat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2017, s. 332

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*