Sosyal medya ve eleştiri kültürü

“Bir gün herkes 15 dakikalığına ünlü olacak”

Pop-art akımının temsilcilerinden Andy Warhol’un bu çok meşhur sözündeki “bir gün” çoktan gelmiş gibi görünüyor. Günümüzde herkesin kendi mahallesinin, kendi çevresinin ünlüsü olabileceği pek çok sosyal ağ bulunuyor. Hepimizin az-çok içerisinde bulunduğu sosyal medya platformlarında çeşitli kullanıcı tipleri bulunuyor: Influencerlar, fenomenler, aforizmacılar, meslekî amaçla kullanılan hesaplar, aktivistler, goygoycular, konsept hesaplar, satış hesapları, fake hesaplar, yalnızca layklayanlar, her konuya bir yorumu bulunanlar, gizli hesaplar, açık hesaplar, anonim hesaplar, her detayı paylaşmadan rahat edemeyenler…

Sosyal medya gerçek dünyanın sanal-sahte bir yansıması hâline geldi diyemeyeceğim. Zira ne kadar sahte ya da sanal olduğu ayrı bir tartışma konusu olabilir. Sosyal medya yeni-farklı-kendine has bir dünya oluşturdu ve bu oluşum-değişim devam ediyor. Bir hesap oluşturmaya başladığınız -yani kendinize bir kullanıcı adı belirlediğiniz- anda aslında kendinize bir görünürlük-bir konsept tasarlamaya başlamış oluyorsunuz. “Ben hiçbir şey paylaşmıyorum canım, sadece arada bir girip dostlarımın paylaşımlarına bakıyorum” diyebilirsiniz, aslında bu da size dair “kendisi hakkında bilgi vermek istemeyen, yakın çevresiyle etkileşimde bulunan kullanıcı” gibi mesajlar verir.

Bu dünyaya girdiğiniz anda fark ediyorsunuz ki, “takipçiler ve takip edilenler” bulunuyor. Herkes kendi konseptine göre bir takipçi arayışına giriyor. Ya da kişi kendi takip edilenler listesini oluşturuyor, nasıl bir akışa maruz kalmak istediğini “seçiyor”. Paylaşım aşamasındaysa kimseden bir onay kâğıdı falan almanız gerekmiyor. Aklınıza gelen, anında akışınızda görünür olabiliyor. Ya da bir paylaşıma beğeninizi göstermek istediğinizde parmağınızı iki kere ekrana değdirmeniz yeterli oluyor. Bir yorumunuz varsa yine bir onaya gerek olmadan saniyeler içerisinde karşı tarafa iletebiliyorsunuz ya da karşıdakinin gönderisini tekrar paylaşarak üzerine kendi yorumunuzu ekleyebiliyorsunuz. Böylece farklı yorum ve bakışlar art arda eklemleniyor; bir düşünce bir kalmıyor, çoğalıyor-dönüşüyor ve bazen trend oluyor.

Bu hızlı ve doğrudan etkileşim bambaşka bir iletişim biçimi oluşturuyor. Bu yeni iletişim kültürüyse gündemimize yepyeni tartışma konuları getiriyor; yanlış bilginin hızlı yayılımı, manipülasyon, dijital dünyada taciz, linç kültürü, bağımlılık, bilgi kirliliği, algoritma, veri hırsızlığı vs. Sosyal medya platformları bize sunduğu fırsatlar ve kolaylıklarla birlikte yeni bir “etik” eksiklik-çalışma alanı oluşturuyor. Teknoloji şirketlerinin amacı; kullanıcıyı daha fazla ekranda tutmak, kullanıcı sayısını artırmak ve reklamlarla para kazanmak. Bu yüzden bu uygulamalar “kullanıcı odaklı tasarım” modeliyle tasarlanıyorlar, yani kullanıcıların verileri analiz ediliyor ve bu analizlere göre tasarım sürekli olarak güncelleniyor. Oysa milyonlarca insanın çok büyük vakitlerini geçirdikleri, bazen birincil kimlikleri hâline getirdikleri sosyal medya platformları tahmin edilemeyen pek çok etik problemi de beraberinde getiriyor. Bu durumla alâkalı olarak “Sosyal İkilem” adlı belgeselde, Google’ın eski çalışanlarından birisi “Teknoloji şirketleri ürünlerinde sadece müşteri deneyimine dayalı tasarıma değil etik tasarıma da yatırım yapmalılar” yorumunda bulunuyor.

Bir süredir hayatımıza giren etik tartışmalardan birisi de “sosyal medyada linç kültürü”. Sosyal medya; fikirlerinizi anlatmak, ürün pazarlamak, tanınırlığınızı artırmak, insanlara ulaşmak (influence etmek?) için çok kolay ve hızlı bir mecra. Takipçi (ya da müşteri mi demeliyim) için ise takip ettiği kişi-kurum-marka oldukça ulaşılabilir ve yakın. Ancak bu kolay etkileşimin bir “sınır” problemi hâline gelmesi de çok hızlı olabiliyor. “Eleştiri ve yorum” adı altında herkes “her şeyi” söylemeyi kendi hakkı olarak görebiliyor. Sırf takipçisi olunduğu için insanların hayatları-aileleri-seçimleri-bedenleri-fikirleri kolayca yargılanabiliyor, hakarete uğrayabiliyor. Bunun ismi de “fikir hürriyeti” oluyor. Bu davranış biçimi eleştirildiğinde alınan en popüler cevap ise: “Eğer fikrini umumda paylaşıyorsan herkesten gelen eleştiriye açık olman lâzım.”

Bu sorun üzerine düşünürken Nihan Kaya’nın eleştiri (criticism) ve yargılama (judgment) üzerine yaptığı paylaşıma denk geldim. Aslında birbirine yakın görünen bu iki kavramın arasında ince bir çizgi var ve insanların pek çoğu bu çizgiden haberdar değil. “İnsanlar da hiç eleştiriye açık değil” diyen bir kimse belki de eleştirdiğini zannederek hakaret ediyor, saldırıyor, etiketliyor, küçük düşürmeye çalışıyor, yani karşısındakini sırf o kişinin fikrine ulaştı diye “taciz” ediyor olabilir.

Bir kimseyi eleştirdiğinizde, o kişinin fikrinin neden yanlış olduğuyla ilgili ortaya başka bir “düşünce-fikir-neden” sunmanız gerekir. Ancak o kişinin fikrinden hoşlanmadığınız için o kişiyi sahip oldukları ya da olmadıkları üzerinden acıtmaya çalışıyorsanız eleştiri sınırlarından çıkmış bulunuyorsunuz. Bir insanın tanınır olması, düşüncelerini ve belki hayatından kesitler paylaşıyor olması o kişinin “kişilik” haklarına sahip olmadığı anlamına gelmez. Sosyal medyada da insanî ve ahlakî sınırlar vardır ve olmalıdır.

Bu noktada başka bir uca savrulma olabiliyor. Umuma açık paylaşılmış bir yazı ve düşünce hakkındaki “eleştiri”nin umuma açık yapılması “yargılama” gibi anlaşılabiliyor. Hatta eleştiriyi, eleştirilen kişiye özel olarak iletmenin daha doğru olduğu, “tenkit kapısını açmamak” gerektiği söylenebiliyor. Buradaki ölçüyü Bediüzzaman’ın hayatında bulabiliriz. Bediüzzaman, Volkan gazetesinin baş yazarı ve sahibi olan Vahdetî’nin düşünceleriyle ilgili ağır sayılabilecek eleştirisini yine aynı gazetede, matbuat lisanıyla yazı yazarak yapmıştır. Vahdetî, gazetenin sahibi olmasına rağmen bu yazının yayınlanmasına engel olmamıştır. Fikrin eleştirisi fikir ile yapılmıştır; gizlice kapılar ardında uyarılma gibi bir yöntem izlenmemiştir. Zira gizli olan günahın istiğfarının gizli, açık işlenen günahın istiğfarının açık olması gerektiğini söyleyen hadisler de bize bu ölçüyü gösterir.1

Yıllarca “Sanal ortamdan bir insanı tanıyamazsın” klişesini işittik. Ancak belki de kendi sınırları belirsiz ve tarafımızca tasarlanmış profillerin ardına çekilebildiğimiz ortamlarda; zaaflarımız, bastırdıklarımız, seçimlerimiz-olmayı arzuladığımız kişi ve ahlâkımız daha ziyade meydana çıkıyordur. Sosyal medyada da İslâmî ve insanî sınırları-ölçüleri görmek-anlamak ve kullanmak İslâmî ve insanî bir yaşam ideali olanlar için tartışılması gereken bir mevzu. İnsanca ve Müslümanca “sosyal” kalabilmek duasıyla…

Dipnot:
1) Karabaşoğlu, Varolmanın Neşesi, İz Yayıncılık, İstanbul, 2017, s. 40-41

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*