Herkese merhabalar çok sevgili Genç Yorum okurları! Sağlığınız sıhhatiniz yerindedir inşaallah. Ben ufak bi’ soğuk algınlığı geçiriyorum, ama sorun değil, halledeceğim Allah’ın izniyle. Korona olmadığından da eminim, aklınızda soru işareti kalmasın. Çünkü evden dışarı adımımı bile atmıyorum. Bunun sebebi de 2020 yılında yaptığım en iyi şey, yani “Home office” bir işe girmiş olmam.
Sabah iş başlamadan 15 dk önce uyanıp bilgisayarımı açıyorum ve işte ofise geldim! Ne metrobüs, ne otobüs, gözlerimi açtığım gibi iş yerimdeyim. Soğuk havalarda, karda, kışta, yağmurda konforumdan hiç ödün vermeden helâl yoldan ekmek paramı kazanıyorum. Bu beni aslında o kadar mutlu ediyor ki, çok çok uzun yıllardır sıkıntısını çektiğim bir histen kurtuldum.
Sanki çocuğumla markete gitmişiz de istediği şeyi almadığım için paçama sarılmış, her adımımda onu da sürüklüyormuşum gibi hissetmeme sebep olan, hayat kalitemi yerlere indiren, düşünürken, konuşurken, yemek yerken hatta uyurken bile peşimi bırakmayan endişemden bahsediyorum.
Liseye başladığım yıllarda “İyi bir üniversite kazanman gerek” diyerek hayatıma girmişti. Hatta kafama girmişti. Kafamda bir köşede yaşıyordu. Ben 12. sınıfa gelene kadar kendine yeni argümanlar bularak git gide büyüdü, genişledi, toprak ağası oldu. Derebeyliklerle yönetiyordu kafamı.
Üniversite sınavına girdiğim yıl nefes alma güçlüğü yaşamama sebep oluyordu. “Sanki ciğerlerin küçüldü senin, bak nefes alıyorsun, ama nefesin yarıda kalıyor, ciğerlerin hemen doluyor genişlemiyor” diyordu. Üniversite tercihlerim sonuçlanınca bunu demeyi bıraktı.
Her durumda, her şartta kendine söyleyecek kötü bir şeyler buluyordu. Dışarıdan kendi kendime konuşuyor gibi görünüyordum, ama yalnız kaldığım her anda kafamdaki o sesle konuşuyordum. O yüzden kendimi sürekli bir şeylerle meşgul ediyordum. Çünkü ben başka bir şeye odaklandığımda susuyordu.
Sonra bu ses git gide güçsüzleşmeye başladı. Daha önceki yazılarımda da bahsettiğim gibi, yalnız kalmıştım. Hiç arkadaşım yoktu. Böylece kendimi tanımaya başladım. İlk defa kendimle baş başa kalıyordum, hatta kendimi alıp tatile bile götürdüm, Avrupa havası aldık neşemiz yerine geldi. Böylece kendimi tanıdıkça çok sevdim. Aslında iyi bir insanmışım, biraz zaman geçirince alıştım. Ve bu sayede kafamdaki o sesi de tanıdım.
Aslında o sesi ben uydurmuyormuşum. Benim hayâl gücümün bir ürünü değilmiş. Bana “İyi bir üniversite kazanman lâzım ki iyi bir işin olsun, yoksa ne yapacaksın!” diyen insanlarmış. “Avrupa’da tek başına ne yapacaksın, seni kaçırırlar, aç kalırsın, kaybolursun, gitme!” diyen insanlarmış. “Hehe, senin boyun da pek kısaymış, topuklu mu giydin, palyaço gibi olmuşsun, kilo da almışsın, ay bu ne çok kilo vermişsin, hortlağa dönmüşsün…” gibi hiç de fikirlerini sormadığım, merak etmediğim ve üzerlerine vazife olmayan konularda durmadan konuşup duran insanlarmış.
Hayatımı, nasıl bir insan olmak istediğime göre değil de, başkalarına göre nasıl bir insan olmam gerektiğine göre şekillendirmeye çalıştıkça kafamdaki seslere hep yenileri katıldı. Bunu fark etmeye başladığımda ne kadar sevsem de ne kadar önem versem de “onlarsız ne yaparım” desem de, kötü hissetmeme bilerek ya da bilmeyerek sebep olan insanları hayatımdan bir bir çıkarmaya başladım.
Etrafınızdaki insanlara yaptığınız yerli yersiz yorumlar onlara kendilerini kötü hissettiriyorsa, onlarda aşamadıkları sıkıntılara sebep oluyorsa ve siz bütün bunları tamamen iyi niyetinizden, onu sevdiğinizden, iyiliğini düşündüğünüzden söylüyorsanız, bu sizi yine de sorumlu yapar. Ağzımızdan çıkan her söz bizim sorumluluğumuzda. Dolayısıyla en iyi ihtimalle benim iyiliğimi düşündüğü için bile olsa, durmadan ve hiç farkında olmadan beni eleştiren, hatta bunu çeşitli sebeplerle meşrulaştıran herkesle, ben de kendi iyiliğimi düşünmek durumunda olduğum için yollarımı ayırdım. Neticede onlar için de önemli olan benim iyiliğim olduğu için sıkıntı yok gördüğünüz gibi.
Ben bu yaşadığım sıkıntının sebebinin farkına vardıkça, kendimi tanıyıp kimsenin ne dediğini önemsememem gerektiğini öğrendikçe, aslında kafamdaki sesler susmaya başladı. Sosyal kabiliyetleri çok güçlü bir insan olmama rağmen, bırak yeni insanlarla tanışmayı, birilerini hayatımdan uzaklaştırmaya çalışmak gerçekten zor ve can sıkıcıydı. Ama bu sayede hayatımda az da olsa gerçekten iyi ve kaliteli insanlar kaldı. Bence bu, çok, ama sahte ilişkiler kurmaktan daha değerli bir şey. Daha zor, ama kesinlikle daha iyi. Kendimi tanıma yolculuğum sona ermiş değil.
Zaten her yeni günle birlikte değişmeye, büyümeye, yeni şeyler öğrenmeye devam ediyorum. Bu yüzden de her gün yeni bir insan oluyorum. Kendimle tanışmak sanırım ölene kadar devam edecek bir süreç. Yavaş, ama emin adımlarla hep ileri doğru devam eden bir yol.
Şimdi yıllardan sonra kafamı yastığa koyduğumda ciğerlerim sıkışmadan rahat rahat nefes alabiliyorsam ve kimsenin sesini duymadan, hiçbir şey düşünmeden uyuyabiliyorsam bunun sebebi, hayatın sürekli değişeceğini, yeni yollar ve yeni fırsatlar doğacağını ve hangi yolu seçersem seçeyim hiçbir tercihimin beni daha az ya da daha çok insan yapmayacağını biliyor olmam. Yani 4 sene öğretmenlik okumuşsam ve şimdi müşteri temsilciliği yapıyorsam, pardon ama bundan kime ne? Kimin ne düşüneceğini neden bu kadar önemsemişim ki?
Nihayetinde önemli olan benim mutlu olduğum işi yaparak helâl yolla geçimimi sağlamam değil mi? Gerçekten “insanlar ne düşünecek, ne diyecekler hakkımda” diye ağlayarak uykuya daldığım günlere üzülüyorum. Hayatımdan çıkarmak zorunda kaldığım, “özünde iyi” olan insanlar için de üzgünüm.
Bugün yanımda olsalardı, yeni işimin yeni hayatımın mutluluğunu onlarla da paylaşmak isterdim. Ama zamanında yollarımızı ayırmasaydım, sanırım bugün hâlâ ağlayarak uykuya dalan o kız olacaktım. Yani bazen kendinizden vazgeçmemek için başkalarından vazgeçmeniz gerekebiliyor. Bu sizi yalnızlaştırsa da, olgunlaştırıyor. Kalabalık, ama mutsuz değil, sakin, ama kaliteli bir hayat yaşıyorsunuz.
Zaten insanların ne düşündüğünün bir önemi olmadığını, beni tanımlayan şeyin benim hareketlerim ve davranışlarım olduğunu gerçekten tam anlamıyla kavradığım zaman iyi niyetinden ve sevgisinden hiç şüphe duymadığım insanların söylediği şeylere üzülmemeyi öğrendim. Bazen istemeden de olsa size en çok zararı en yakınınızdaki insanlar verebiliyor. Benim gibi, bir dergide yazarak etrafınızdaki insanlara bunu duyurma imkânınız yoksa başka yollar deneyebilirsiniz. Ama ben herkes adına, bu yazıyı okuyan herkese tek tek seslenmek istiyorum:
Önünü arkasını hiç düşünmeden, karşınızdaki kişi size fikrinizi sormadığı sürece söylediğiniz her söz, hiç farkına varmasanız da o insanda üstesinden gelmesi zor sıkıntılara sebep olabilir. Fikriniz sorulduğunda da bir şey söylemeden önce kendinize şu soruyu sorun “Bunu söylemeye gerçekten hakkım var mı?” Günümüzde sosyal medya sağ olsun, sanki gördüğümüz herkes bizim engin fikirlerimize muhtaçmış gibi davranıyoruz. Özellikle geniş kitlelere seslenen insanlara hiç haddimiz olmadığı hâlde bir şeyler emrediyor, onları yargılıyor, beğenmiyor, linç ediyoruz.
Sosyal medyada profile sahip olan kişiler de kanlı canlı gerçek insanlar. Yani o kişiler sanal değil. Nasıl sokakta yürüyen bir insanın karşısına dikilip “Çok şişkosun, kilo ver” demeye hakkımız yoksa, sosyal medya yoluyla da tanıdığımız-tanımadığımız herhangi birine ikinci sınıf insan muamelesi yapmaya ya da kendi fikirlerimizi empoze etmeye hakkımız yok.
Herkesin başkalarının hayatlarına dair çok güzel fikir ve önerileri varsa, rica ediyorum bunu kendi hayatlarına uygulayarak rol model olsunlar. Biz öğrenmek istersek emin olun sorarız. Çünkü eninde sonunda bu dünyaya bir amaç için geldik. Ve amacımıza uygun istikamette gidip gitmediğimize karar verip bizi yargılayabilecek tek varlık Allah. Hayatlarımızı başkalarının ne düşündüğüne göre değil de, kulluk görevlerimizi yerine getirebileceğimiz optimum seviyede yaşamaya çalışmalıyız. İnsanların değil Allah’ın rızasını kazanmaya çalıştığımız sürece kendimize yapay sıkıntılar üretmekten kurtulup hayat gayemize uygun yaşayabiliriz diye düşünüyorum.
İlk yorumu siz yazın