Vedâlar zordur. Ölümler, ansızın gidişler, kaçışlar, terk edişler… Barış’tan bize miras kalan “Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı” şarkısındaki gibi, zoraki uğurlamalar… Hele bizim gibi dertlerle yoğrulmuş bir coğrafyanın çocuğu iseniz, katreden süzülmüş acılarla yoğrulmuşsa her yanınız… “Tesellîden nasîbim yok, hazân ağlar bahârımda” topyekun kaderinizin şiiriyse…
İyi ki şairler vardır. “Aldanma ki şair sözü elbette yalandır” deseler de, dağlanmış yüreklere su serpen söyleyişlerin, tesellîlerin sahibidirler.
“Artık demir almak günü gelmişse zamandan/ Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan” mısralarında meçhullerle anılan ölüm, bir başkasının dilinde bir şaşaaya dönüşüverir. Ölüm “Bir namazlık saltanatın olacak/ Taht misali o musalla taşında” dizeleriyle krallara yakışan bir vedâ seremonisine dönüşürken, insanlığın değiştiremediği bu hakikat “Hiç şaşmayan bir saat gibi işler durur kader, bir gün saat çalar… Çok uzaktan gelir haber” mısralarıyla kanıksatılıverir.
Ölüm en acı vedâdır, hele göçüp giden bir de sevgiliyse… “Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber” mısralarıyla bize sevdirilse de “levlake sırrı”na mazhar olan Sevgililer Sevgilisi’nin vedâsı olmalıdır, en acısı. Onun Arafat’ta “Ey insanlar! Sözümü iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha buluşamayacağım” sözleriyle başlayan insanlığa vedâsı, asırlar geçse de “Yıllar geçiyor ki, yâ Muhammed/ Aylar bize hep Muharrem oldu!” feryatlarıyla hatırlanacak, yokluğunun acısı “Yâ Nebi… Şu hâlime bak/ Nasıl ki bağrı yanar gün kızınca sahranın/ Benim de ruhumu yaktıkça yaktı hicranın” diye dillendirilecek, yokluğuyla oluşan perişanlık “Sensizlik depremiyle hancı düştü; han düştü/ Mazluma sürgün evi; zalime cihan düştü/ Sana meftun ve hayran, sana ram olanlara/ Bir bela tünelinde ağır imtihan düştü” mısralarıyla tarif edilecek, ona duyulan hasret “Bâtılı yıkmak için kuşandığın kılıcın/ Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım” çığlığı ile dile getirilecektir. Bütün insanlığın ona her şeyiyle borçlu olduğu Sevgililer Sevgilisi’nin hüzünlü gidişi… İnsanlığın en zor vedâsı. “Yâr ile ağyârı her-dem görmeğe olsaydı sabr/ Terk-i gurbet eyleyip azm-i diyâr etmez m’idim” diyen şımarık âşık sızlanadursun.
Habibullah’ın müjdelerine erişmek için fetih tohumlarının serpildiği, her karışına Müslümanlığın sindiği topraklara vedâ mı, sevgiliye vedâ mı daha hüzünlüdür? “Üsküp ki Yıldırım Beyazıd Han diyarıdır/ Evlad-ı Fatihana onun yadigârıdır” mısralarıyla bizim mührümüzün vurulduğu Balkanlar’dan ayrılış, “Üsküp ki Şar Dağında devamıydı Bursa’nın/ Bir lale bahçesiydi dökülmüş temiz kanın/ Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir/ Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir” mısralarıyla yüreklere kor gibi bırakılır. Bilal’in Kâbe’nin damından insanlığa hediye ettiği, Taşkent’ten, Semarkant’tan, Buhara’dan, Kurtuba’dan… hangi diyardaysa yar o diyardan kalplerimizi sardığı ezan sesine vedânın acısı tarifsizdir. Bir medeniyetin vedâsıdır bu. Yan yanabildiğin kadar!
Bazı vedâlar kıymetlidir; çünkü yeni fetihlerin habercisidir. “Bir de hoşça kalın!/ Sizi canımda/ canımın içinde/ kavgamı kafamda götürüyorum” diyen Nazım’ın vedâsı gibi. Davası uğruna yardan serden geçenlerin vedâsıdır bu. “Arkadaş biz bu yolda türküler tuttururken/ Sana uğurlar olsun, ayrılıyor yolumuz” diyebilmek… Mukaddes bilinen yola, arkaya bakmadan düşebilmek… “Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım/ Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım” diyenlere yoldaş, kardeş arayanlara kardeş olabilmek…
“Yârdan mehcûr iken düşdük diyâr-ı gurbete/ Dehr gösterdi yine hicrân hicrân üstüne” diyen şairin ayrılığını kıymetli kılan, sürekli gurbet hâlinde bulunduğumuzu idrak edebilmektir. Bunu idrak edebilenlerin vedâsı… “Söylendi gelmez diye uzaklar senin için…” mısraı onlar için söylenmiş gibidir. Saatler saatleri vurur çelik sesiyle, lakin gidenler gelmeyecektir. Beklemek de unutmak da nafiledir. “Ben, cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de fedâ ettim. Gözümde ne Cennet sevdâsı var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin îmânı nâmına bir Said değil, bin Said fedâ olsun” diyenleri beklemek yerine onların peşine düşmek…
Onlar “Çekilip nur-u hidayet yine zindan olacak/ Yine firkat, yine hasret, yine hüsran olacak/ Yine sen, yaş yerine kan akıtıp ağla gözüm/ Çünkü hicran dolu kalbim yine hicran olacak” diye Cânan için cândan geçen Hasan Feyzi’lerdir. “Dahi nezrim bu ki, canım sana kurban olacak” derler; şehitlik elbisesini giyerler, vedâların en güzeliyle göçer giderler.
Kalanlara selâm olsun!
İlk yorumu siz yazın