Modernitenin felsefi anlamda altyapısını oluşturan ve Descartes’a ait olan “Düşünüyorum öyleyse varım” söyleminin post modernite dönemde “Tüketiyorum öyleyse varım” cümlesine dönüştüğü zamanları yaşıyoruz. Başkaları tarafından fark edilmenin, beğenilmenin hazzı karşılığında mahremiyetini kolaylıkla feda edebilen kitleler için hayat artık beğeni alma yarışına dönmüş durumda. Özellikle internet mecrası üzerinden yapılan gönüllü teşhircilik, popüler tüketim kültürünü günümüzde yaygınlaştıran en önemli unsur hâline getirdi. Öyle ki, artık eşyaların kullanım değeri arka plana atılırken, işaret değeri önem kazanıyor. Bu anlayışla hep daha fazlası, daha lüksü, daha gösterişlisi derken, tuzlu su içtikçe daha da fazla içmek isteyen ama bir türlü suya kanamayan insan misali, sürekli kendini eksik hissetme ve hayatta bir türlü tatmin olamama durumuyla yüzleşiyoruz.
Bediüzzaman Lem’alar adlı eserinde, “Rızk-ı mecazîdir ki, sû-i istimalâtla hâcât-ı gayr-i zaruriye hâcât-ı zaruriye hükmüne geçip, görenek belasıyla tiryaki olup, terk edemiyor. İşte bu rızık taahhüd-ü Rabbanî altında olmadığı için bu rızkı tahsil etmek, hususan bu zamanda çok pahalıdır. Başta izzetini feda edip zilleti kabul etmek, bazen alçak insanların ayaklarını öpmek kadar manen bir dilencilik vaziyetine düşmek, bazen hayat-ı ebediyesinin nuru olan mukaddesat-ı diniyesini feda etmek suretiyle o bereketsiz, menhus malı alır.” der.
Bu zamanda görenek veya gösteriş belası en fazla sosyal medya kanalları üzerinden yaygınlaşıyor. Sosyal medyaya baktığınızda, herkesin mutlu, neşeli, sağlıklı, zengin insanlar olduğunu görürüz. Esasında insanların ne olduklarından ziyade ne olmak istediklerini yansıttıkları sanal bir dünyadır sosyal medya. Bu dünyayı gerçek zanneden, geçim derdine müptela olan büyük çoğunluk, bir ömür boyu çalışsa bile elde edemeyeceği hayatları gördükçe komplekse kapılmakta ve kendisinde bir eksiklik hissetmektedir. Böylece tüketim bağımlısı hâline gelen, kendilerini daima ihtiyaçlar içinde gören ve gördükleri herşeye sahip olmak isteyen insanlar, zulme ve haram olarak nitelendirilecek kazançlara daha kolay kayabilmektedir. Bunun neticesinde, ubudiyet üzere değil de, heva ve heves üzere lüks içinde yaşamak hayatın maksadı hâline gelmektedir.
Günümüz dünyasında tüketilen ürünler, ihtiyaçların karşılanmasından çok bir yaşam tarzının, statünün, gücün göstergesi olarak işlevselleştirilerek tüketimin psikolojik haz alma nesneleri hâline getirilmiştir. Kolumuza taktığımız saatin asıl işlevi zamanı göstermesi değildir artık. Önemli olan saatin markası üzerinden kendimizi başkalarına pazarlayabilmek ve bunun psikolojik hazzını yaşamaktır. Bunun için de gerçekte edeceği fiyatın belki yüz katını markası için bir saate vermekten kaçınılmamaktadır. Arabanın görevi bizi bir yerden başka bir yere götürmesi değildir artık. Pekçok kimse için arabasının markası bir nevi kartviziti anlamına gelmektedir.Yani eşyanın kullanım değeri değil, işaret değeri önemlidir günümüzde. Hayatın anlamını tüketimde, lükste, gösterişte arayanların bu tuzaklara düşmesi de çok kolaydır. Oysa yeniyi gerekenden daha önce satın aldırmak olarak tanımlanan planlı eskitme ile çoğu zaman ihtiyacımız olmadığı hâlde elimizdeki ürünleri yenileme ihtiyacı hissederiz. Elimizde çalışır vaziyetteki ürünler psikolojik eskitme ile gözden düşürülerek hep daha yeni modeli, daha lüksü, daha gösterişlisi âdeta gözümüze sokulur. Bu şekilde sahip olduklarımızla itibar sahibi olacağımız hissi uyandırılır. Ancak hergün yüzlerce yeni tüketim malının irademizi tehdit edercesine üzerimize yürüdüğü bir ortamda, gelir düzeyimiz ne kadar yüksek olursa olsun ihtiyaçlarımızı karşılamaya yetmez. Her an değişen modayı takip etme uğruna tüketirken tükenir insan. Bir filmde geçtiği gibi: “Sahip olduklarımız bir müddet sonra bize sahip olur.” Hayatımıza yardımcı olması gereken ürünler, onlar için yaşadığımız, çalıştığımız, peşlerinden koştuğumuz ürünler hâline gelir. İnsan nesneleşirken, eşya özneleşir.
Lüks tutkusunun işgal edici rahatsızlığına karşı iktisat, kanaat ve şükrün kuvvetiyle karşılık vermeliyiz. Yani tüketime dayalı hayat anlayışından istiğnaya dayalı ahlâk anlayışına geçiş yapmalıyız. Zira tüketimin İngilizcedeki karşılığı olan “consumption” aynı zamanda verem hastalığı anlamına gelmekteyken, başkasına el açmama ve elindekiyle yetinme anlamındaki “istiğna”nın kelime kökeniyse zenginlik anlamına gelen “gına” kelimesidir. Verem hastalığı nasıl ki vücudu kemiren bulaşıcı bir hastalıksa, tüketim ve lüks tutkusu da insanlığı tüketen sosyal bir hastalıktır.
Hasta olmaktansa zengin olmaya ne dersiniz?
İlk yorumu siz yazın