Şaşarım senin ümidine!

Âlemin hadisatı hakikat-i halde nasıl olursa olsun, biz o hadiseleri gözümüze taktığımız gözlüklerin renginde görürüz. Keder ve ümitsizlik gözlüğü, önüne çıkan her şeyi soldurup, karartırken; iman gözlüğü, karanlık addedebileceğimiz hadisatı bizlere nurânî gösterir. Peki, bu tam olarak nasıl olur? Zâhiren her şeyin aleyhte geliştiği çöküş devrinde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında, Bediüzzaman nasıl ümitvâr olabilmiştir? Öyle ümitvâr ki; yüz yıl sonra yine bize ümit, yine bize şevk ve gayret verebiliyor. Hâlbuki biz, cihanı sarsan Dünya Savaşlarını görmedik. Dinsizliğin kızıl alevlerinin her tarafı sardığı devirde de değiliz. Nasıl oluyor biz ümitsizliğe düşüyoruz da; tüm bu felaketleri yaşayan Said, ye’sin rağmına ümit ediyor?

Bize kalsa, o mücahidin imanı; cesaretinin ve ümidinin en büyük membaıdır. Bediüzzaman odur ki; Kur’ân-ı Kerîm’den ders alan ve tahkîkî imanıyla hakikatin düşmanlarına meydan okuyan; “Allah nurunu tamamlayacaktır”1 ayetinin beşâretiyle istikbale umutla bakan! Şarkta yeis illetinden kendilerini kurtaramamış aşiretlerin münazara esnasında, zamanın âhirzaman olduğunu ve gittikçe fenalaşacağını söylemeleri üzerine Bediüzzaman’ın verdiği cevap, bizlere ümitvâr nasıl olunur gösteriyor: “Neden dünya herkese terakkî dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî dünyası olsun? Öyle mi? İşte, ben de sizinle konuşmayacağım. Şu tarafa dönüyorum; müstakbeldeki insanlarla konuşacağım…”2

Ve bize, istikbalin çocuklarına hitap ediyor. Onun bu ümitvârlığını garipseyen ve küçümseyenler çok olmuş.Bizim zamanımızda da bu, böyle değil mi? Ümitsizlik ve ye’sin bir fazilet; ümidin ise kuru avuntu gibi gösterildiği bir dönemde değil miyiz? Nereye baksak “Biz ölmüşüz, bitmişiz. Zaman daha da kötüleşecek” diyenler alkışlanıyor, azıcık ümitvâr olup “Her şey düzelecek” diyenler yuhalanıyor. Ümitsiz ve karamsar insanlar gerçeklerle yüzleşen cesurlar, ümitvârlar ise gerçeği kabul etmeyen korkaklar sanki. Peki bu, hakikaten böyle mi? Kella!3

Şeyh San’an Tepesi’nde medresesinin planını yaparken “Heyhât!4 Şaşarım senin ümidine” diyen Rus polisine, “Ben de şaşarım senin aklına!” diye cevap verir Bediüzzaman. Aklı olan ümitvâr olur. “Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı vardır.”5

Yine başka bir yerde yeisten, “Korkak, aşağı ve acizlerin şe’nidir, bahaneleridir, şehamet-i İslamiyenin şe’ni değildir.”6 diye bahseder. İmanı onu en keskin bir kılıçla kuşandırmıştır: “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin”7. Acaba bizim ümitsizliğimiz, Allah’ın rahmetinin neyi ifade ettiğini anlayamamaktan mı kaynaklı? “Eğer kâfir Allah’ın katındaki rahmetin tamamını bilseydi Cennetten ümidini kesmezdi; mümin de Allah’ın katındaki azabın tamamını bilseydi Cehennemden kurtulacağına güvenmezdi”8 hadisi ne kadar da kıymetli.

Hem Allah’ın Rahîm ve Hakîm olduğunu bilen; kaderin hayır ve şerrinin hep O’ndan geldiğine iman eden nasıl ümitsizliğe düşer? O, ancak hikmetle hükmeder ve pek merhametlidir. Hiçbir şey kendiliğinden olmaz ki, tek bir yaprağın yere düşmesi dahi, O’nun emri ve izni dairesinde gerçekleşir.9 O halde, başa gelen musibetlerde ve her şeyin ters gittiğini düşündüğümüz anlarda Rabbimize itimat etmemiz gerekmez mi? Eğer gönderen Rahîm ise, şer gibi gözüken her şeyin ardında bir hayır olduğunu bilmekle teselli olmalı değil miyiz? Âdeta toprağın altında karanlıkta kalan, güneş ışığı ve suyla filizlenen o tohum gibi; insanın başına gelen sıkıntılar da tekemmül edebilmesi için verilmiş değil midir?

Hadiselere iman nuruyla bakabilmek için gafletten sıyrılmaya, imanımızı tahkîkîleştirmeye çalışmak gerek. Asrın bedîi olan Üstadımız, tahkîkî imanın önemini şu sözleriyle vurgulamış: “İman hem nurdur hem kuvvettir. Evet, hakîkî imanı elde eden adam, kâinâta meydan okuyabilir. Ve imanın kuvvetine göre hâdisâtın tazyîkatından kurtulabilir.”10 Tazyikten kurtulmak isteyen, imanını tahkîkîleştirecek.

Elinde cüzî bir cüz’-i ihtiyarîden başka bir şeyi olmayan insan; bu kâinatta başıboş olmadığını, O’nun inâyeti olmaksızın kendi başına hiçbir işin üstesinden gelemeyeceğini anladığı vakit, besmele bahsindeki mütevazı adam gibi her yerde selâmetle gezip, şakînin şerrinden emin olabilir. Kâinatta her işin hikmetle yaratıldığını bilip, yükünü gemiye bırakan yolcu rahat eder. Karşısına çıkan hadiselerde üzerine düşen vazifesini şevkle yapıp, Hâlık-ı Rahîm’inin ya bu dünyada ya da muhakkak ahirette karşılığını vereceğini bilmesiyle geçmişten gelen hüzünleri susturarak geleceğe olan ümidini diri tutabilir.

Dipnotlar:
1) Saff: 8.
2) Münazarat
3) Hayır, asla!
4) Heyhât; “uzak oldu” demektir. Rus polisi, medresenin vücudunu çok çok uzak, gerçekleşmeyecek bir hayal olarak görmüştür.
5) Sünuhat
6) Hutbe-i Şamiye, İkinci Kelime
7) Zümer: 53.
8) Müsned, II, 334, 397, 484; Buhârî, “Riâk”, 19; Müslim, “Tevbe”, 23.
9) “Onun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez” (En’âm: 59.)
10) Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas, İkinci Nokta.

EMİNE TUĞBA AKAR

EMİNE SULTAN ÇAKIR

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*