İçinde yaşadığımız fizikî âleme baktığımızda, insan olarak ihtiyaçlarımızın en güzel şekilde karşılandığını, her şeyin yerli yerinde olduğunu, her varlıkta belli bir estetik yön ve güzelliğin bulunduğunu, yüreklerimizde “sevgi” diye bir duygunun var edilmiş olduğunu görüyoruz. Hiç şüphe yok ki bunlar Yaratıcının rahmet, hikmet, inayet ve meveddet sahibi olduğunu gösteriyor. İşte genelde bütün semavî dinler, özelde İslâm dini böyle bir Yaratıcının gönderdiği mesajlar bütünü olduğu için, her bir İslâmî hükmün arkasında Onun rahmet, hikmet, lütuf, meveddet sıfatlarının tezahürü vardır. İlâhî sıfatlar içerisinde, özellikle, “severek koruyup kollamak” anlamına gelen “rahmet” Kur’ân’da da ifade olunduğu üzere, “her şeyi kaplamış” olup1 hem insanın vicdanına ve benliğine hem Onun gönderdiği dinin her hükmüne yansımıştır. Nitekim yine ayetlerde dile getirildiği üzere İslâm’ın ana kitabı olan Kur’ân “Aziz ve Rahim” olanın indirdiği kitap,2 peygamber Hz. Muhammed de (asm) “âlemlere rahmet olarak gönderilmiş” bir şahsiyettir.3
İslâm temel karakteri bakımından böyle olmakla birlikte, ifade etmek gerekir ki, gerek geçmişte gerek günümüzde herkes ve her kesim tarafından böyle algılanmış ve anlaşılmış değildir. Bu bağlamda iki tür İslâm’dan bahsetmek gerekiyor: Birincisi “kitabî İslâm” ya da “gerçek İslâm”, ikincisi “halk İslâmı” ya da “yaşanan İslâm”. Yaşanan İslâm, diğer bir ifadeyle kendisini İslâm’a nispet edenlerin anlayış ve yorumları birçok siyasî, sosyal ve kültürel faktörlerin devreye girmesiyle çoğunlukla “kitabî İslâm”a yakın olmakla beraber, zaman zaman bununla bağdaşmayan anlayışları da içinde barındırmış; öte yandan bazı kesimlerce de oldukça katı, aşırı hatta şiddet yanlısı telakkilere konu yapılmıştır.
İslâm temelde rahmet, hikmet, adalet, meveddet esaslı din olduğuna göre, buna aykırı nitelik taşıyan ve içinde bir şekilde zorlama, baskı, şiddet, acımasızlık gibi unsurlar barındıran yorumların yanlışlığını peşinen ifade etmek gerekiyor. Zira İslâm “insanı yaratan Yaratıcının, insana, insaniyetine uygun mesajı” olduğu için insanın fıtrî gerçekliğine aykırı olmaz, olamaz. Adına ister “baskı, cebir, zorlama” diyelim ister daha ötesinde “tedhiş ve şiddet” diyelim, İslâm dini; a) kaynağı, b) kitabı, c) Peygamberinin gönderiliş maksadı açısından her türlü “istibdâdî anlayış ve uygulamayı” reddedicidir, reddetmiştir. Bu yüzden Said Nursî, bir taraftan İslâmı, “en büyük insaniyet” anlamında “insaniyet-i kübra” olarak tarif ederken,4 bir taraftan da, bunun zorunlu sonucu olarak İslâm yani “Şeriat âleme gelmiş; tâ istibdâdı ve zalimane tahakkümü mahvetsin” şeklinde harika bir değerlendirme ortaya koymuştur.5
Geçmiş bir tarafa, içinde yaşadığımız sürece baktığımızda, İslâm dünyasında ne görüyoruz? Kur’ân ve Sünnet çizgisinde istikametini sürdüren kişi ve dinî cemaatler ile tasavvufî muhitlerde ağırlıklı olarak sağlıklı bir telakki gözlenmekle birlikte, birtakım ülke, grup ve çevrelerde “baskıcı” anlayışlara yer veren, bunu İslâm’la aynîleştiren tabloların bulunduğunu da müşahede ediyoruz. Somut örnekler vermek gerekirse, Birleşmiş Milletler İnanç Özgürlüğü Raporlarında Suudi Arabistan ve İran gibi İslâm ülkeleri en sorunlu ülkeler arasında zikrediliyor. Aynı şekilde temel insan hakları bakımından da bu ülkelerin sicilleri oldukça sıkıntılı. Hemen hemen uluslararası bütün araştırmalarda, bu iki devlet dahil olmak üzere İslâm ülkelerinde basın hürriyetinin çok dar olduğu ifade olunuyor. Suudi Arabistan’ın hukuk sisteminde din özgürlüğünün tanınmadığı, din değiştirenlerin ölüme mahkûm edildiği belirtiliyor. Yine bu ülkede bundan kısa bir süre öncesine kadar hanımlara sürücü belgesi verilmediği herkesin bildiği bir husus. Keza bu ülkeye mesela, felsefe kitaplarının sokulması yasaklar kapsamında. Namaz vakti dükkân ve mağazaların kapatılması zorunlu. Ramazanda kamusal alanda yiyip içmek yasak. Bayanların tesettüre riayet etmeleri mecburi… İran’da da inanç hürriyeti, düşünce hürriyeti, insan hakları ve kadının statüsü gibi durumlar Suudi Arabistan’daki uygulamalarla benzerlik sergiliyor. Mesela dinî otorite, Tahran’da, azınlığı teşkil eden Sünnîlerin Cuma namazı kılmalarına müsaade etmiyor. İnternet kullanımı ve sosyal medya ağlarına bağlanmanın önünde ciddî kısıtlamalar var. Kamu alanında bayanların “hicab”a riayet etmeleri şart olup uymayanlar cezaî işleme maruz kalıyorlar. Afganistan’da ise daha ileri boyutlarda zorlama ve kısıtlamaların söz konusu olduğunu dünya bugünlerde yakından izliyor. Mesela bayanların eğitim imkânları sınırlandırılıyor, spor yapmalarının yasaklandığı söyleniyor, erkeklerin sakal bırakmaları mecburî hâle getiriliyor vs…
Diğer taraftan el-Kâide, İŞİD (DEAŞ) ve Boko Haram gibi grupların, sözde din adına yaptıkları baskı ve uyguladıkları şiddet ve hatta dehşet eylemlerini hatırlamak bile insanı ürkütüyor. Söz gelimi, el-Kâide’nin “müşriklerle silahlı olarak savaşılır ve öldürülür” anlayışı etrafındaki eylemleri, İŞİD’in Amerikalı esirlerin boynunu keserek infaz etmeleri, Hamas’ın çarşı-pazar gibi kalabalıklar arasında bomba patlatarak kadın-sivil-çocuk demeden intihar eylemlerine (amel-i istişhadî) girişmeleri, Afganistan’da Taliban’ın vaktiyle kendilerine muhalif olan İslâmî gruplarla savaşmayı meşru görmeleri, Boko-Haram’ın yüzlerce Hristiyan kökenli genç kızı kaçırarak dinlerini değiştirmeye zorlamaları akla gelen bazı örnekleri teşkil ediyor.
Çeşitli vesilelerle, ülkemizde ve dünya medyasında yer bulan bu tür olay ve uygulamalar dolayısıyla İslâm, zihinlerde kaçınılmaz olarak “baskı, zorlama, tedhiş, şiddet” gibi kavramlarla ilişkili olarak anlaşılıyor ya da algılanıyor. Ancak burada, muhakkak ki şu hususu ayırmak lazım: Dünyanın her ülkesinde devlet, vatandaşının güvenliğini temin etmek, adaleti tesis etmek ve kamu düzenini sağlamak gibi amaçlarla birtakım yasal sınırlamalar koyar ve koymaktadır. Bu husus elbette İslâm için de söz konusudur. Nitekim ayet ve hadislerde bulunan bazı kısıtlamalar, cezaî yaptırımlar, had cezaları vs. buna bağlı hükümler olup, bunlar hiçbir şekilde hak ve hürriyetlerin ihlâli anlamına gelmez. Ancak işaret edilen alan dışında İslâm’da, resmî otorite din adına da fertlerin hak ve hürriyetlerini kısıtlayamaz, belli dinî mükellefiyetlerin ifasını insanlara dayatamaz, bu konuda taksiri olan kimseleri cezalandırma yönüne gidemez. Kur’ân’da “dinde zorlama yoktur” hükmü6 ve öteki ayetler hem İslâmı din olarak kabul edip etmemede hem de kabul ettikten sonra -işaret edilen husus dışında- amelî mükellefiyetleri yerine getirip getirmemede insanların hiçbir zorlama ve istibdada maruz bırakılamayacağını ifade etmektedir.7 Ayrıca Resul-i Ekrem de (asm), bu bağlamda hâl ve beyanlarıyla teşvik edici tutum sergilemiş olmakla birlikte, hiç kimseye baskı, cebir ya da şiddet uygulamamıştır.
Bizce önemli olan bu hususa atıflardan sonra, İslâm’ın temelde hak ve hürriyetler konusunda çok geniş bir çerçeve çizdiğini, -detaylandırmaya girmeksizin- şu birkaç madde hâlinde şöyle sıralamak gerekiyor: a) İslâm’da tam bir inanç hürriyeti vardır; ayet-i kerimelerin vurguladığı üzere inanmak ya da inanmamak tamamen kişinin iradesine bırakılmıştır; aksi halde ebeveynin yahut mahalli veya merkezi otoritenin baskı, zorlama ya da tehdidine dayalı imana zorlanma, asla gerçek anlamda iman olmayıp nifaka yol açar; b) İman ettikten sonra kişi, -kamu düzenini ihlal etmemek şartıyla- ibadet ve itaatlerinde de yine hür bırakılmıştır, zira ibadet “Allah’ı tazim etmek üzere, tamamıyla Onun tarafından emredildiği için yapılması gereken yükümlülükler” olup her hangi bir merci ya da otoritenin baskı ve zorlamasına dayalı olarak yapılamaz, yapılırsa bu “amelde münafıklığa” girer. Ayet-i kerime ise açıkça münafıklığın küfürden daha aşağı olduğunu kaydediyor;8 c) İslâm fıtrat dinidir. İnsan fıtrî olarak her türlü baskı ve zorlamaya karşı olarak yaratılmıştır. İnsandaki bu fıtrî özellik Yaratıcının insana verdiği özellik olup İslâm da Onun tarafından gönderilmiş din olması hasebiyle baskı ve zorlamaya yer vermez, vermemiştir; d) Geçmişte bazı baskıcı içtihat ya da fetvalar, o âlim ya da müçtehidin, o dönemde, kendi içtihat ve fetvaları olup bütün zamanları bağlayıcılığı söz konusu değildir; e) Nihayet günümüzde bazı İslâmî ülke ya da çevrelerde ortaya konulan baskı hatta cebir ve şiddete dayalı anlayışların pek çok uluslararası arkaplanı olup bu anlayışlar rahmet, hikmet ve fıtrat dini olan İslâm’la aynîleştirilemez.
Bu göndermelerden sonra, konumuzla ilgili olarak, “baskı ve şiddete dayalı İslâm anlayışı”nın gençlerin dine yaklaşımına nasıl etki ettiğine değinebiliriz. Gerek ülkemizde gerekse dünyada günümüz gençliği, geçmişe oranla daha ileri seviyede dünyaya entegre olmuş durumdadır. İçinde yaşadığımız “küresel çağ”da -hangi coğrafyada yaşarsa yaşasınlar- gençler, elektronik ortamda dünyada olup biten bütün gelişmelerden haberdar oluyor, çeşitli platformlarda bunları izleme, tartışma ve değerlendirme imkânı elde edebiliyorlar. Düne göre insanî kodlarındaki “özgürlüğü” daha canlı, daha derinlikli ve daha kapsamlı hisseden genç nüfus, “insan hak ve özgürlükleri”ni değer yargılarında değişmez kriterlerden biri hâline getirmiş görünüyorlar. Bu bağlamda hürriyetlerin önüne takoz koyan, özgürlükleri kısan yahut daha da ileri giden uygulamalar, dünyanın hangi bölgesinde olursa olsun ve ne adına yapılırsa yapılsın, gençlerin dünyasında olumlu izler bırakmamakta, aksine ciddi rezerve konu olmaktadır.
Aslında hürriyet aleyhtarı anlayış ve uygulamalar sadece gençlerde değil; eğitim seviyesi, maddî durum, cinsiyet gibi diğer değişkenlerin söz konusu olduğu bütün kesimlerde reaksiyona yol açmaktadır. Bu reaksiyon baskı, zorlama ve şiddetin din adına yapıldığı yer, hâl ve durumlarda, ne yazık ki- doğrudan dinin kendisine yansımakta, sonuç olarak toplum kesimlerinin dine mesafeli bakmasına neden olmaktadır. Çünkü insanlar, özellikle de gençler dini, “aslî kaynaklarından öğrenme” ve bu çerçevede değerlendirme yapmak yerine “Müslümanların yaşadığı dine” bakarak, gördükleri ve duydukları üzerinden bir kanaat oluşturmaktadır.
Bazı örneklerle somutlaştırmak gerekirse, mesela el-Kaide’nin 11 Eylül 2011 yılında Amerika’da ikiz kuleleri vurması, bu olayın arkaplanıyla ilgili önemli değerlendirmeler bir tarafa, tüm dünyada İslâm imajına büyük zarar vermiş, birçok İslâm aleyhtarı gelişmeye ve özellikle İslâmofobinin artmasına yol açmıştır.9 İŞİD (DEAŞ)’in Suriye’de “kafa kesme” ve öteki kanlı eylemleri ile ilgili bir rapor, bu faaliyetlerin en çok İslâm’ın barış ve rahmet dini olduğuna zarar verdiğini, İslâmî kavramları kirlettiğini, ayrıca ehl-i kitaba, Yezidîlere, kadınlara ve çocuklara tarifsiz zararlar tevlit ettiğini ortaya koymuştur.10 Yine Hamas’ın ve bazı öteki radikal dinî grupların intihar eylemleri de yine İslâm’ın doğru anlaşılmasını engellediği ve insanlarda İslâm’a karşı derin şüpheler uyandırdığı birçok çalışma ve incelemede teyit olunmuştur. Bugünlerde Afganistan’da, yirmi yıllık aranın ardından, Taliban’ın yeniden iktidara gelmesiyle din adına birtakım baskıcı ve zorlamacı uygulamaları devreye sokması hem Türkiye’de hem dünyada kaygılara yol açmıştır. Özellikle genç nesil bu ve benzeri uygulamalar dolayısıyla ciddî şekilde rahatsızlık duymuş, bu rahatsızlık İslâmî alt yapısı olmayan ya da zayıf olan kesimlerde dine bakışta büyük olumsuzluklara yol açmış ve açmaya devam etmektedir.
Sonuç olarak; İslâm’ı, yaşanan olumsuz örneklerden yola çıkarak değil, özgün kaynaklarına göre doğru şekilde anlamak, yaşamak ve anlatmak gerekiyor. Ama herkesin, özellikle de gençlerimizin böyle bir imkâna sahip olduğunu ya da olabileceğini söylemek zordur. Dolayısıyla yapılması gereken şey, Kur’ân ve Sünnetin, içinde yaşadığımız ahirzaman insanına “dersi”, “mesajı”, “anlayışı” olan Risale-i Nur’u okuyup anlamaya çalışmak ve hiçbir savrulmaya gitmeden Risale-i Nur şahs-ı manevîsi içinde hareket etmektir. Nitekim Risale-i Nur “hürriyet”i imanın hassası yani özelliği ve Rahman olan Allah’ın özel bir ihsanı olarak anmıştır.11
İlk yorumu siz yazın