Cihad, Allah yolunda mücadeledir. Savaş da Allah yolunda ve i’lâ-yı kelimetullah için olursa cihad olur; aksi takdirde zulüm ve haksızlığın aracı olur. Gerçek cihad ise insanın kendi nefsini Allah yolunda hizmete ve ibadete adaması, Allah’ın memuru ve askeri olduğunu bilerek buna göre nefis ve şeytanla, ehl-i dalâlet ve küfür ile manen cihad etmesidir.
Peygamberimiz (asm) Bizans İmparatorluk ordusuna karşı Suriye (Şam) topraklarına gelerek Bizans ordusunu beklemiş, ama düşmanlar Allah’ın kalplerine verdiği korku sebebiyle savaşmaya cesaret edememişlerdir. Bu önemli sefere “Tebük Seferi” denilmiştir. Bu seferden dönerken “Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz” buyurmuşlardır. Sahabe “Bundan daha önemli ve büyük olan cihad nedir?” dediklerinde “Nefisle mücadeledir” buyurmuşlardır.
Kur’ân-ı Kerîm cihad ile savaşı farklı kelimelerle ifade ederek birbirinden ayırır. Allah için her nevi mücadeleye “cihad” denilmişken, savaştan bahsedilen ayetlerde “kıtal” kelimesi kullanılmıştır. Böylece cihad ile savaş birbirinden ayrılmıştır.
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’de
“Kâfir ve münafıklarla cihad et! Onlara karşı şiddet göster.”1 buyururken; nasihat, ilim ve irşadı kast ettiği açıktır. Peygamberimiz (asm) bu emrin gereği münafıklar ile savaşmamış, onlara karşı kılıç çekmemiş, ancak mücadele etmiş ve cihad etmiştir. Mekke döneminde nâzil olan “Kâfirlere itaat etme ve onlarla adamakıllı cihad et!”2 ayetindeki cihadın da iman hakikatlerini anlatma ve tebliğ görevini daha gayretle yapmayı emrettiği gayet açıktır. Zira Mekke döneminde henüz savaş izni verilmemişti. Yine “Uğrumuzda mücadele edenlere biz yollarımızı gösteririz”3 ayeti de sure ile beraber Mekke döneminde nazil olmuştu.
Savaş izninin verilmesi
Hicretten sonra müşriklerin Medine’ye ikide bir tecavüz etmeleri ve savaşmak için Mekke’de büyük bir kervan düzerek savaş malzemesi almak için Şam’a göndermeleri ve oradan da önemli miktarda savaş malzemesi alarak dönmeleri ve elde ettikleri geliri de asker toplamak için harcama amaçları üzerine Allah Müslümanlara savaşma izni vermiştir.
İlgi ayette Cenab-ı Hak “Kendileriyle savaşa girişilenlere, zulme uğradıklarından dolayı savaşmaya izin verildi.”4 buyurdu. Savaş, namaz gibi bir emir olsaydı Müslümanların kâfirlerle her sene savaşmaları gerekirdi; ancak savaş mütecaviz düşmanlara karşı müdafaa sadedinde izin olduğu için tecavüz olmadığı sürece savaşmak caiz olmaz.
Nitekim Peygamberimiz (asm) “Düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyiniz. Onlar size tecavüz eder de karşılaşmak durumunda kalırsanız sabır ve sebat gösteriniz. Biliniz ki Cennet kılıçların gölgesi altındadır”5 buyurdular.
Savaşın meşruiyetinin şartları
İslâm’da savaşın meşruiyetinin şartı tecavüze ve zulme uğramak, mazlum olmaktır. Zira zulüm ve tecavüz zaten dinen yasaklanmıştır. Müslüman mütecaviz ve zalim olamaz. “Ey insanlar! Hep beraber barışa ve İslâm’a koşun”6 emreden Kur’ân-ı Kerîm’in savaş istemediği gayet açıktır.
Hicretten sonra Mekke’de büyük bir kuraklık yaşandı. Peygamberimiz (asm) Kureyş’e tahıl, hurma ve hayvan yemi yardımında bulundu. Ümeyye b. Halef ve Safvan b. Ümeyye gibi zorba İslâm düşmanları kabul etmek istemediler, ama Ebu Süfyan “Allah kardeşimin oğlunu hayır ile mükâfatlandırsın. O akrabalık hukukunu en iyi şekilde gözeten birisidir” dedi ve kabul etti.
Cihad, savaştan ibaret değildir
Batıda cihad ve şehitlik kavramı yoktur. Bu sebeple onlar İslâm’daki cihada “Kutsal Savaş” (Holy War) demektedirler. Maalesef bizdeki batıyı taklit eden mukallitler de böyle yorumlamaktadırlar. Cihad onların anladığı gibi kâfire karşı kutsal savaştan ibaret değildir. Cihad, Peygamberimizin (asm) ifadesi ile “İslâm’ın yüceliğinin zirvesi”7 yani, İslâm’ı tebliğ etmenin zirvesidir. Cihada denk olabilecek hiçbir amel yoktur.8 Çünkü, cihad, “C-H-D” kökünden türemiş bir kelime olarak “Allah rızasını kazanmak, için üstün gayret göstermek, meşakkat ve sıkıntılara katlanmak” demektir. Kur’ân ve Sünnetten hüküm çıkarmak için üstün gayret gösterenlere “Müçtehid” denilmesinin sebebi budur.
Cihad beş aşamalı bir cehd ve gayretin ifadesidir. Nefisle, şeytanla, kâfirle, münafıkla ve hakkı kabul etmek istemeyenlere hakkı müdafaa etmektir. Nefisle, hakkı öğrenmek ve onunla amel etmek şeklinde; şeytanla, kalbe attığı vesvese ve şüpheleri gidermek, teşvik ettiği kötülüklere dalmamak ve uzak durmak şeklinde; kâfirlerle, dille, malla ve gerekirse tecavüz ettikleri zaman nefisle ve bedenle savaşmak şeklinde; münafıklarla, onların hile ve desiselerini bilmek ve onlardan kendimizi ve ehl-i imanı korumak şeklinde; topluma karşı da emr-i maruf ve nehy-i ani’l-münkeri yapmak şeklinde cihad yapılır.
Bütün bu cihadın aşamaları “i’lâ-yı kelimetullah” amacına yöneliktir. İhlâs dediğimiz Allah rızası esas alınmazsa bu Allah için cihad kapsamına girmez.
Bu zamanın cihadı manevîdir
Değişen ve medeniyetin mehasini ile dünyevîleşen ve teknolojisi güçlenen; ama o derece za’fa ve zulme maruz olan bir dünyada yaşayan Bediüzzaman “İstikbalde hükümfermâ ilim ve akıl olacaktır”9 der.
Yine Bediüzzaman “Elbette nev-i beşer âhir vakitte ulûm ve fünuna dökülecektir, bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise ilmin eline geçecektir.”10 diyerek artık yeni bir döneme girildiğini görmüş ve bu şartlarda Kur’ân’ın mesajını insanlığa sunmuştur. Bediüzzaman bu ifadeleri ile “Bilgi Çağına” işaret etmektedir. Bilgi çağının metodu ve sistemi elbette Yeni ve Yakın Çağ’dan farklı olacaktır.
Bilgi çağının hâkimi olan “ilmin” imana kapı açması ve imanı netice vermesinden dolayı imansızların elinden ilmi alarak imana hizmet ettirme metodunu Bediüzzaman Kur’ân’dan çıkararak bu asır insanına hediye etmiştir. Bediüzzaman böylece fennî ilimleri “Marifet-i İlahiye”, felsefeyi de “Hikmet-i Rabbaniye” yapma yolunu açmıştır. Kur’ân-ı Kerîm i’caz-ı beyanı ile bunu anlatmaktadır; ancak Kur’ân’ın bu mucizevî yönünü keşfederek insanlığa göstermeyi de “İ’câz-ı Kur’ân’ı beyan et!” emrinin gereği olarak kendisine bir vazife telakki etmiş ve bunu en güzel şekilde ifa etmiştir.
Bediüzzaman bu manevî cihadına 1892-1894 yıllarında, İngiliz Avam Kamerasında Müstemlekat Nazırı Gladstone’un “Bu Kur’ân’ı Müslümanların elinden almalı veya onları Kur’ân’dan uzaklaştırmalıyız!” ifadesini gazetelerden okuması ile başlamış ve “Ben de Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu dünyaya ispat edeceğim!” demiş, hayatını buna adamıştır.
Bediüzzaman o zaman henüz 16-17 yaşlarındadır. Bu tarihten itibaren Kur’ân’a ve İslâm’a vârid olan itiraz ve şüpheleri gidermek amacı ile kendisini ilim tahsiline verir ve 90 kitabı ezberler. Sadece medrese ilimlerinin bu şüpheleri gidermeye yetmeyeceğine kesin kanaat getirerek “fen ilimleri”ne ait bilgileri de mütalaaya başlar. Bu amaçla on sene Van Valisi Tahir Paşa’nın konağında kalır ve valiliğin geniş kütüphanesinden istifade eder. Burada dinî ve fennî ilimleri mezceder. Fennî ilimleri “İlm-i Kelâm”ın meselelerini izah ve ispat delili olarak kullanır. Böylece ilm-i Kelâmda yeni bir çığır açar. Ayrıca Batı Medeniyeti karşısında İslâm bilginlerinin Kur’ân’ı ve İslâm Medeniyetini anlatmaktan aciz kaldıklarını görerek gerçek medeniyetin Kur’ân’dan kaynaklandığını izah ve ispat eder. Medeniye-i hakikiyenin ise “iman, ibadet, ahlâk ve İslâm hukuku” üzerinde yükseleceğini anlatmaya çalışır.
Bediüzzaman bundan sonra düşmanın değiştiğini ifade eder. Artık en büyük düşmanın, “cehalet, zaruret ve ihtilaf” olduğunu ifade eder. “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret ve ihtilaftır; bu üç düşmana karşı sanat, marifet ve ittifak silahı ile cihad edeceğiz” der. 11
Bediüzzaman artık cihadın şeklini değiştirdiğini ve manevî bir şekle bürünmüş olduğunu ifade eder ve “Bu zamanın cihadı manevîdir” hükmünü verir. Bediüzzaman’ın bu hükmünü I. ve II. Dünya Savaşını yaşayan dünya devletleri de tasdik eder ve 1945’te “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi”ni, “Din ve Vicdan Hürriyetini” kabul ederek “Bizler bundan sonra din için savaşmayacağız!” derler. Böylece din için savaş dönemi biter ve “manevî cihad” dönemi başlar. Bediüzzaman bu gerçeği yine Kur’ân’a dayandırır ve “Dinde zorlama yoktur” ayetinin bu zamana bakan yönünün artık manevî cihad olduğuna delil getirir.12
İlk yorumu siz yazın