Şeriat nedir? Ne değildir?

Şeriat sıkça duyduğumuz, toplumda yaygın olarak kullanılan bir kelimedir. Şeriat kelimesi kullanıldığında bazı insanlarda rahatsızlık, endişe ve korku hissinin uyandığı görülmektedir. “Bu korku nereden kaynaklanmaktır, gerçekten şeriat kelimesinden korkulmalı mıdır, şeriatın esas manası nedir?” gibi soruların cevaplarını bu yazımızda bulmaya çalışacağız.

Şeriat kelime anlamı olarak “bir ırmak veya herhangi bir su kaynağından su almak veya içmek maksadıyla girilen yol” anlamına gelir. Terim olarak ise “Allah tarafından peygamberi vasıtasıyla bildirilen hükümlerin hepsini kapsayan İlâhî kanun” demektir. Bu İlâhî kanun imanî hükümler ile birlikte amelî yani günlük hayat ile alakalı, günlük yaşamımızı düzenleyen kuralları da kapsamaktadır. Aslında genel itibariyle söylenecek olursa Cenab-ı Hakkın bizim yaşantımızı düzenlemek için koyduğu kurallar bütünü olarak ifade edilebilir.

Risale-i Nur’da şeriatın “şeriat insanlardan sudur eden ef’âl-i İlâhiyeyi bir nizam ve bir intizam altına alıp tahdid eden kaidelerin hülasasıdır” şeklinde ifade edildiği görülmektedir. Bediüzzaman Divan-ı Harb-i Örfî konuşmasında “Şeriat, sebeb-i saadet, adalet-i mahz ve fazilettir” diyerek şeriatın ne olduğunu belirtmiştir. Hatta şeriatın yüzde doksan dokuzunun ahlâk, ibadet, ahiret ve fazilete ait meselelerin oluşturduğunu söylemektedir. Tarihçe-i Hayat’ta şeriatın yani İslâm kurallarının en faziletli medeniyet olduğu belirtilmekte ve bu kurallar ne kadar uygulanırsa o kadar medenî seviyeye ulaşılacağı ifade edilmektedir.

Şeriat, Cenab-ı Hakkın küllî iradesinin bizim üzerimizdeki etkisidir. Allah’ın iradesi, Kur’ân ve sünnet ile bizlere bildirilmiştir. Bu bakımdan şeriatı koyan hakiki şarî (kural koyucu) Allah Tealadır. Rasulullah ise mecazi şarî olarak kabul edilmektedir. Nitekim Rasulullah’ın kendisinin kişisel arzularına göre konuşmadığı, O’nun konuşmasının vahiy kaynaklı olduğu Kur’ân-ı Kerîm’de belirtilmiştir.

Allah katındaki tek dinin İslam olduğu belirtilmekle birlikte coğrafî özelliklerin, kavimlerin, milletlerin çeşitli olması dolayısıyla şeriatların değiştiğini ifade etmek gerekir. Maide 48. ayet-i kerimede “[Ey Ümmetler!] Her birinize bir şeriat ve bir yol verdik.” buyrularak şeriat farklılıklarına dikkat çekilmiştir. Peygamberlerin şeriatlarının farklı olmasına örnek olarak Risale-i Nur’da Hz. İsa’nın, Hz. Musa (as) şeriatındaki ağır mükellefiyeti kaldırıp şarap gibi içecekleri helâl ettiğinden bahsedilmektedir. Hatta bazı zaman olmuştur ki aynı zaman dilimde farklı milletlere ayrı ayrı peygamber gönderilmiş ve de şeriatları farklı olabilmiştir. Bu farklı şeriatlar İlâhî iradenin her şeyi kuşatarak, görüp bilerek iş gördüğünün kanıtı olmaktadır. Bakara Suresi’nin 286. ayetindeki “Allah kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemez” ayetini bu bağlamda düşünmek gerektir. Kavimler, ihtiyaçları ve güçlerinin yeteceği sorumlulukları şeriat çerçevesinde belirlenerek imtihana tabi tutulmuşlardır.

Risale-i Nur’da şeriat kavramından bahsedilirken şeriat-ı İlâhiye, şeriat-ı fıtriye, şeriat-ı garra, şeriat-ı âliye, şeriat-ı tekviniye, şeriat-ı İseviye, şeriat-ı Ahmediye gibi tamlamalar kullanılmıştır.

Risale-i Nur’da Allah’ın koymuş olduğu şeriatın iki kısma ayrıldığı belirtilmektedir. Birincisi insanın ahvâlini ve harekâtını belirleyen kelâm sıfatından gelen şeriattır. Kur’ân ve Sünnet ile tesmiye edilmektedir. İkicisi ise irade sıfatından gelen kâinatın hareketlerini düzenleyen şeriattır. Bu kısma ise şeriat-ı fıtriye ismi verilmektedir. Şeriat-ı fitriye açıklanırken nizam-ı fıtrat ve kavânîn-i âdetullahın ve tabiatın bu gruba girdiği ifade edilmektedir. Mesnevî-i Nuriye risalesinde şeriat-ı fıtriyenin Allah’ın dilemesine bağlı olarak aklın vücuduna tâbi olmadığı, aklı olmayanların bile bu fıtrî şeriatın hükümleri doğrultusunda cezaya çarptırılacağı söz konusu edilmiştir. Hiss-i şefkatin de bu fıtrî şeriatın hükümleri altında bulunduğu, hayvanların hatta çocukların da bu hükümlerin dışında tutulmadığı ifade edilmiştir. Allah’ın kâinat yüzüne koymuş olduğu sünnetullah tabir edilen fizik kanunları da şeriat-ı fitriye çerçevesinde değerlendirilmektedir. Bu iki kısım şeriat arasında şöyle bir bağlantı vardır ki Risale-i Nur’da çok güzel tarif edilmiştir: “O kâinatı güzelce tanzim eden kim ise, şu dini güzelce tanzim eden yine odur. Evet o nizam-ı ekmel, elbette bu nazm-ı ecmeli ister.”

Kelâm sıfatından gelen insanların fiillerini düzenleyen şeriatın dogmalardan meydana gelmediği, aklî deliller üzerine kurulu olduğu bir gerçektir. Çünkü şeriat-ı İslâmiye ilimlerin esaslarını içine alarak sosyal hayatın, hukukun, kalp, ruh, vicdan terbiyesinin fihristesini içinde bulundurmaktadır. Şerait, lüzumu miktarınca izahatta bulunarak zamanın kabiliyetine göre açıklamalar yapmıştır. Bazı noktaları aklın eline bırakarak fıkıhta istinbat dediğimiz Kur’ân ve Sünnetteki derin manaları ortaya çıkaran bir yol açarak birçok müçtehidin yetişmesine zemin hazırlamıştır. Aslında İslâm şeriatı insanlara ilim ve fen noktasında bir fihriste oluşturarak İslâm âleminde birçok ilim adamının yetişmesini sağlamıştır.

Sözler adlı eserinde Üstad Bediüzzaman Hazretleri şeriatın nazarının saadet-i uhreviyeye baktığını, ikinci olarak dünya hayatına nazar ettiğini belirterek bu zamanın şeriat ruhundan uzak olduğunu ifade etmiştir. İslâm âleminin geri kalmasının sebeplerinden birinin Müslümanların bakış açılarının şeriat-ı İslâmiyeden uzaklaşmaları olduğu söylenebilir. Çünkü bir Müslümanın tekemmülü ancak hakaik-i İslâmiyenin inkişafı iledir.

Risale-i Nur’da Rasulullah’ın (asm) getirdiği şeriatın Hz. İsa’nın (as) getirdiği şeriattan daha kolay, daha kapsamlı ve Hristiyanlığın noksanını tamamlayan bir şeriat olduğu belirtilmektedir. Bu sebepten dolayı Hz. İsa (as) diğer peygamberlerin aksine Rasulullah’ın (asm) gelişini haber vermek yerine müjde vererek anlatmaktadır. Rasulullah’ın (asm) bizlere getirdiği şeriat öyle yüksek hasletleri içinde barındırmaktadır ki düşmanlar bile onu tasdik etmekten kendilerini alamamıştır. 1927 senesinde felsefeci Shebol demiştir ki: “Muhammed’in (asm) beşeriyete intisabıyla bütün beşeriyet muhakkak iftihar eder. Çünkü o zat ümmî olmasıyla beraber, on üç asır evvel öyle bir şeriat getirmiştir ki; biz Avrupalılar iki bin sene sonra onun kıymetine ve hakikatine yetişsek, en mes’ud, en saadetli oluruz.” Rasulullah’ın (asm) elinden bütün şeriatlara hâvî, kendinden sonra gelen asırları ışıklandıran ve tazeliğini her yüzyılda muhafaza etmiş bir şeriat-ı âliye çıkmıştır.

Ezcümle, şeriat Cenab-ı Hakkın kâinat ve insan için koymuş olduğu kurallar bütünüdür. Şeriat, zihinlerde korkunç bir anlam uyandıracak bir kavram değildir. Şeriat-ı İslâmiye bir Müslüman için İlâhî emirleri içine alır. Şeriatı ‘gericilik’ diye ifade etmek İslâmı gericilik ile itham etmenin diğer adıdır. Hâlbuki İslam şeriatı (kuralları) ilim öğrenmeye, ilerlemeye önem veren bir camiiyete (kapsamlılığa) sahiptir. Hadis-i şerifte “İki günü eşit olan ziyandadır” buyrularak buna dikkat çekilmiştir. Bediüzzaman Hazretleri de “Şeriatın bir hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım” diyerek şeriatın önemini vurgulamıştır. Şeriattan korkmak veya şeriat kelimesini kullanmaktan kaçınmak bir bakıma şeriatın hakikî manasını bilmemekten kaynaklanmaktır. İslâm şeriatı insanın fıtratına en uygun olarak İlâhî irade tarafından bizlere vaz’ edilmiştir. Hakikî adalet, hakikî fazilet, hakikî kemâlât ve hakikî saadete ulaşmak istiyorsak şeriat-ı İslâmiyeyi tatbik etmemiz gerektir.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*