Yel kayadan ne alır?

İslâm dini muayyen bir yönetim şekli sunmamakla birlikte devletin hukukunu tayin eder. Buna şeriat denir. Yani İslâm hukuku. İslâm hukukunda şâri (hüküm, kanun koyucu) Allah’tır. Kur’ân bu hükümlere uymaya davet eder ve iki cihanın mutluluğunun bu prensiplerde olduğunu söyler. Rahman’ın elçisi (asm) kurduğu devletin ismine takılmadan kendisine vahyedileni tatbik etti. Halefleri ondan gördükleri gibi davrandılar. Daha sonra gelenler ise devlete biçim vermeye başladılar. Yüzyıllarca yönetim biçiminden bağımsız bir şekilde İslâm hukuku tatbik edildi. Bununla birlikte değişik zamanlarda sapık ve dalâlette olan fırkalar da çıkmıştır. Fakat bunlar ne İslâm’ın yayılmasına ne de yaşanmasına gölge düşürmüştür. Kimi hastalıkların bazı zamanlar nüksetmesi gibi İslâm adıyla ama İslâm dışı bir takım grupların görülmesi tabiî bir hadisedir. Bunlar bazısı zındıka maşası olarak, bazısı kendi kendine tebarüz etmiştir. Ama hiçbiri uzun ömürlü olmamış ve İslâm’ın saf hakikatine zarar verememiştir.

İşbu her Müslümanın batıl fırkalar karşısındaki hâli tıpkı “Yel kayadan ne alır?” sözünde yel karşısındaki kaya gibi bir imana sahip olması ile alâkalıdır. Bâtıl fırkalar kaya gibi bir imana sahip Müslümanın ancak tozunu almalıdır. Müslüman bu yel ile silkelenmeli, imanını daha sağlamlaştırmalı, bağlantılarını daha da güçlendirmelidir. Bu fırkalar baltayı taşa (kayaya) vurmalıdır. Bu iman karşısında ellerindeki baltayı yere atmalı ve hakikate teslim olmalılardır. Neticede sahih bir düşünce ile temiz bir aklın etkilenmesi mümkün olmamakla birlikte zayıf imanın zaafı etkilenmeyi beraberinde getirir.

Güçlü iman sahipleri, Allah’ın kalbini İslâm’a açtıkları bu vahim hâl karşısında sarsılmaları görülmüş bir hâdise değildir ama. Peki, buna rağmen menfî şekilde etkilenme söz konusu olduğunda ne yapılmalıdır sorusunun cevabı da apaçıktır. Yegâne çare ve çözüm: İmanı kavîleştirmek, kaya gibi (sapasağlam) bir imana sahip olmaya çalışmaktır. Güçlü bir imana sahip kimseler, Allah’ın kendilerine bahşettiği bir nur ile karanlıktan ayrılırlar. Bâtıl zâil olmaya mahkûmdur. Karanlığı alt eden güçlü silahlar değil, iman nuru olacaktır. Bu iman nurunun noksaniyetinden kaynaklanan çıkışlar İslâm’ın sadece ismine leke düşürürler. İslâm’ın özünü bilenler, İslâm’ın ruhuna leke gelmeyeceğini bilir ve gelmemesi için de cehd ederler.

İsmi terörizm ile anılan hiçbir yapı İslâmî değildir bu yüzden. Müslümanlar “ümmeten vasatâ”dırlar. Yani orta yollu kimselerdir. İslâm dini de zorluğun, korkunun, baskının ve öfkenin dini olmamıştır. Işığın, nurun karanlıkla cem olamaması gibi, İslâm ile de kin, gayz, şiddet ve sömürü bir araya gelmemiştir.

Bir İngiliz sömürge valisinin, şeriatı bir devlet yönetimi için fazla merhametli ve yumuşak bulması “kimseyi öldürmeye izin vermiyor ki” diye hayıflanması, evlilik müessesesi ve onu koruyan şerait ile sömürgecilik ilişkilerine dair verdiği bilgiler ufuk açıcıdır. Hâl böyleyken bugün şeriatla yönetimi ilân eden Afganistan’da halk -ekserisi Müslüman olduğu halde- ülkeyi terk etmek için yol aradı. Kendisinden kaçtıkları İslâm mı, barış mı, adalet mi yoksa huzur mu?! Emin olun ki hayır! İslâm’ın ruhuna, künhüne vakıf olmayanlar İslâm’ın düşündükleri gibi olduğunu zannederler. Söz gelimi yirmi yıl önce kadınlara okuma hakkı tanımayan yönetim şimdilerde bu hakkı verdiğini duyuruyor. Acaba yeni bir ayet mi nazil oldu, yoksa yeni bir hadis mi keşfedildi?!. Esasında bu, ilk dönem İslâm’a kadar giden bir tasavvur meselesidir. Kullandığınız kelimeler ve bu kelimelere yüklediğiniz anlam sizin hayatınızı şekillendirir. Eğer siz kullandığınız kelimenin anlamı hakkında emin ve ciddî bir yargıya sahip değilseniz yakın zamanda anlam x iken y olabilir. Mesela Hz. Ali’nin (ra) kâfir tanımı ile bir Haricînin kâfir tanımı arasında yüz seksen derece fark vardır. Öyle ki Haricîler Hz. Ali’yi (ra) küfürle itham ediyorlardı. Ve bu insanlar çok namaz kılmakla (!) meşhurlar. Haricîlerin sırf kendi görüşlerini paylaşmadığı için Abdullah b. Habbab b. Eret ve eşini canice öldürmeleri, üç düşmanımızdan biri olan (koyu) cahillikten kaynaklanmaktaydı (hatırlayın Hz. Ali’yi şehit eden de bir Haricî idi).

Dini istismar eden, İslâm adına İslâm’la savaşan ve terörizm ile isimleri birlikte anılan İŞID, el-Kaide yahut Taliban, Hizbullah gibi gruplar, İslâm’a faydasından çok, zarar vermiştir. Cihat kavramının suistimal edilmesiyle girilen yol, kan dökmek, kaos çıkarmaktan başka bir şey sunmamıştır. Söz gelimi savaş anlayışıyla cihad, Peygamber Efendimizin hayatında çok cüz’î bir meseledir. O savaşmayı değil barışı öncelemiştir. Öyle ki Hz. Peygamber’in (asm) katıldığı (çoğu müdafaa olan) savaşlarda ölen kişi sayısı 300’ü bulmaz. Artık kılıçlar da kınına girmiş, kalemler çekilmiştir. Medenîlere galebe ikna iledir. Artık yol, çağın ruhuna münasip olandır. Adalet, hürriyet, hakkaniyet ve medeniyet kavramlarının hangi çağa müteallik olduğunu kavrayamayan ve kılıç çekenler başka başka sorunların babaları olmaktalardır. Bâtıl inançların, grupların uygulamalarını İslâm’a mâl etmek ise en az bu yapılar kadar yanlıştır. Açık bir zihin, selim ve sâlim bir akılla düşünülecek olursa bunlar arasındaki ayrım tefrik edilecektir.

Bunlarla birlikte hiçbir devlet (yönetim anlayışı ne olursa olsun) İslâm’ı temsil edemez ve temsil etmekten aciz ve uzaktır. Peki, temsili nerede göreceğiz ve görmeli miyiz?

Büyük cihad diye tarif edilen nefis ile mücadele ederek verdiğimiz cihad, en esaslı olanıdır.  Görmeliyiz. Bu cihadı verdiğimizde de temsili görmemiz yakındır. Doğru İslâmiyeti nefislerimizde yaşarsak, hanemizde, mahallemizde, şehrimizde, ülkemizde ve hatta dünyada temsillerini görmemiz mümkündür.

Es-sual: Yel kayadan ne alır?

El-cevap: Toz alır!

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*