İnsanın anlam arayışı

‘Hayat, acıdaki anlamı da bulmaktır’

Homeostaz: Hücreden organizmaya kadar, vücutta bulunan tüm yapıların sahip olduğu denge hâli. İnsan vücudunda bir homeostaz yani denge olduğu gibi insanın yaşamında da bir denge vardır. İnsan, sağlık başta olmak üzere ruhsal, psikolojik ve dış çevre koşulları olarak da dengede ve güvende olmak ister. Bu düzeni korumak içindir hayattaki tüm çabası. Bu dengeyi sağladığı an mutluluğa erişeceğinin hayaliyle yaşar durur. Yaşamın anlamını bu dengede bulacağını sanır. Ancak durum hiç de düşündüğü gibi olmaz. Çünkü yaşamın da ondan farklı bir dengesi vardır. Ancak bu denge onun istediği gibi düz bir çizgi değil, dalgalı; hem de dışarıdan kaotik görünen büyüklü küçüklü dalgalardan oluşan bir dengedir. Örnek vermek gerekirse insanın temel güdülerinden olan acıdan kaçma isteğinin aksine yaşam acılarla doludur ya da hastalıklar, yaşlılık, ayrılıklar, ıztıraplar, ölüm hep bu dengeyi bozan unsurlar gibidir. Oysa yaşam acı çekmektir ve hayatta kalmak acıda bir anlam bulmakla mümkündür. Ölüm ve acıda bir anlam yoksa yaşamda da bir anlam olamaz. Çünkü anlamı hasbelkader kaçıp kurtulmaya bağlı bir yaşam, nihaî anlamda yaşamaya değmez.

Haydi gelin dışarıdan homeostazını tamamen kaybettiğini düşündüğümüz bir insanla tanıştırayım sizi. Bir toplama kampı mahkûmu. Ailesini bu kamplarda kaybetmiş, her değeri yok edilmiş, açlık, soğuk ve zulüm çeken ve her saat öldürülmeyi bekleyen bir mahkûm. Uzaktan bakınca yaşamında yaşamaya değer bir durum göremediğimiz bu mahkûm, “insanın anlam arayışı” adında bir kitap yazıyor. İlginç değil mi? Bizim avantajlı yanımız bu mahkûmun oradaki deneyimlerini ve gözlemlerini açık yüreklilikle ve akıcı üslubuyla bize aktaran bir psikiyatr oluşu. Kitabın ismi sadece senin benim değil, tüm dünyanın dikkatini çekmiş ki; otuzun üzerinde dile çevrilip 15 milyondan fazla satış yapmış. Yazara bu başarı ile ilgili hisleri sorulduğunda verdiği cevap çok etkileyici; “Kendi hesabıma kitabımın çok satan olmasını kendi başarım ve kazancım olmaktan çok, çağımızın sefaheti olarak görüyorum. Yüz binlerce insan, adı hayatta anlam bulma arayışına ilişkin bir şeyler vaad eden bir kitabı alıyorsa, bu sorunu saç diplerine kadar hissediyor demektir.”

Kitabının birinci bölümü, toplama kampı deneyimleri başlığı altında bu yaşam kesitini ele alıyor. Bu bölümün en güzel yanı; salt bir olay anlatışı değil, daha çok olayların arkasındaki duygu ve düşünceleri size hissettirmeye ve düşündürmeye çalışması. Bu bölümü okuduğumda aklıma yerleşmiş olan en temel fikir: İnsan dış şartları ne olursa olsun bir olaya vereceği tepkiyi, o duruma yaklaşım biçimini kendi seçer. Tüm özgürlüklerinizin elinizden alındığını düşündüğünüz bir durumda bile sizden alamadıkları tek özgürlük “verili koşullar altında tavrını seçebilme, koşullar ne olursa olsun kendi yolunu seçebilme” özgürlüğüdür. Bırakın toplama kampını, normal yaşamımızda bu özgürlüğünü kullanabilen kaç kişi var acaba? Bu tek özgürlüğümüzde dahi izmlerin, popülaritenin gözü olduğunu düşünüyorum.

İşte toplama kampında, yazar Viktor Frankl’in tabiriyle aynı kötü koşullar altındaki mahkûmların kimisinin domuz, kimisinin azizler gibi davranmasının altında bu tek özgürlüklerini nasıl kullandıkları yatmaktadır. Kitabın bu bölümündeki olaylar dizisini ve diğer harika tespitleri sizin merakınıza bırakıyorum. Kitabı bitirdikten sonra altını çizdiğim yerlerin bu kadar çok olmasına şaşırmıştım. 155 sayfalık bir kitabın bu kadar derin ve yoğun oluşu her cümlenin altının deneyim dolu olduğunu hissettiriyor.

Kitabın ikinci kısmı, Dr. Frakl’nin kurucusu olduğu, “LOGOTERAPİ” adını verdiği anlam odaklı psikoterapiyi konu almakta. İnsanın temel motivasyonunun haz almak değil, yaşamında anlam bulma çabası olduğunu ifade etmesiyle ve daha birçok noktada diğer psikanaliz yöntemlerinden ayrılır. Logoterapi, insan varoluşunun özünü sorumluluk duygusunda bulur. Bu yüzden yazar şöyle demektedir: “Herkes hayatında tamamlaması gereken bir iş veya misyonla karşı karşıyadır. Kimse bir başkasının yerine geçemez ve kimse hayatını tekrar yaşayamaz. Bu yüzden de herkesin görevi ve bunu yerine getirmek için olanakları kendine özgündür.” Yazara göre hayattaki bu amaç ne başarı ne mutluluktadır: “Mutluluk gibi başarı da amaçlanmaz. Kendisi ortaya çıkmalı ve sadece insanın kendisinden daha büyük bir davaya bağlanmasıyla ve kendisi dışında bir insana tesliminin yan etkisi olarak gerçekleşebilir. Kendiliğinden ortaya çıkmalıdır. Onu önemsemeyerek ortaya çıkmasına izin verin.”

Şimdi sormak istiyorum size, yaşama bu kadar anlamlı bakabilen bir insana homeostazı bozulmuş demek doğru mudur? Yazar bu anlamı tam da bozulmuş gibi görünen dengeden çıkarmıştır. Yani asıl amaç acıdan kaçmak değil, acıyı kabullenip ona bakışını değiştirmektir. Bu öyle tozpembe bir kabulleniş, her şey güzel olacak gibi bir kabulleniş değil; cesurca çektiğin acıya değer olmaya çalışmaktır.

Son olarak şunu da ifade etmek isterim; yazarın kurduğu bu ekol birçok insana çok tatmin edici gelebilir ancak benim gibi yaşamda, ölümde, acıda hayatın tüm kesitlerinde anlamı açıkça ifade eden ve insanın her latifesini tatmin eden bir dine muhatapsanız, yazarın bazı çıkarımları size biraz sığ gelebilir. Mesela ölüm üzerinde her ne kadar güzelleme senaryoları kurarsan kur, eğer diğer bir dünyanın varlığından şüphe ediyorsan, bu dünyada çektiğin her acı için bir isyan, alamadığın her haz için bir hırs duyacaksın. Yazar bu görüşü ne reddeder ne de açıkça ifade eder. Ancak kitabında sana bunları düşündürür. Zaten bir kitabı okumanın da en zevkli yanı, sana fikirlerini anlatmasından ziyade sende yeni fikirlerin oluşmasını ve bazı fikirlerinin daha da oturmasını sağlamaktır.

Altını Çizdiklerim

Yaşamak için bir ‘neden’i olan insan her türlü ‘nasıl’a katlanabilir.

Her zaman bir seçim yaparız. Her gün, her saat bizi öz varlığımızdan, içsel özgürlüğümüzden soyutlamakla tehdit eden güçlere boyun eğmeye ya da eğmemeye yönelik bir tercih sunulur bize ve bu da özgürlük ve onurumuzdan vazgeçerek, tipik bir kamp sakinine dönüşüp koşulların oyuncağı olup olmayacağımızı belirler.

Logoterapi bir ressamdan ziyade göz doktorunun işine benzer. Ressam bize kendi gördüğü şekliyle dünyanın bir resmini aktarmayı amaçlarken, göz doktoru dünyayı gerçekten olduğu gibi görmemizi sağlamaya çalışır.

Ufukta görünen psikolojikleştirilmiş bir tıp değil, insanîleştirilmiş bir psikiyatridir.

Anormal duruma anormal bir tepki, normal davranıştır. Hattâ biz psikiyatrlar, insanların hastaneye kapatılmak gibi anormal durumlara yönelik tepkilerinin anormalliğini normalliğin ölçütleri olarak değerlendirir.

Tutsakların dinle ilgileri, geliştiği andan itibaren ve gelişebildiği raddeye kadar olabilecek en samimi biçimde oluyordu. Dinsel inancın derinliği ve canlılığı, yeni gelenleri şaşırtıyor ve etkiliyordu.

Kendi ‘geçici varoluşunun’ sonunu göremeyen insan, hayatta nihaî bir hedefi de amaçlayamıyordu.

1 Yorum

  1. Emeğinize, kaleminize sağlık. Yorumunuzu çok beğendim. Cesurca çektiğimiz acıya değer olabilmek duası ile…

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*