Semerkant

Bu yazı bir şarkı eşliğinde okunmalıdır; Dil Tengî – Bu Dünya Kimseye Kalmaz. Sözleri Ömer Hayyam’a ait, -başlıktan- anlaşılacağı üzere.

Hiç yazma bir eser peşine düştünüz mü? Keçeli takipçileri zaten Eskimez Yazı’nın başına gelenleri tebessümle hatırlamıştır. Belki de günümüz için soruyu şu şekilde evriltebiliriz, “Hiç yasaklı bir kitap peşine düştünüz mü?”

Semerkant, asil ve kanlı kent. Ne kadar çok kültürün merakını, ilgisini celp etmiş; hayret doğrusu. Hâlbuki sıcak mı sıcak, kara kuru bir bölge imiş. Ama gel gör ki atmosferi beyin göçü almış, ruhları mest etmiş. Kimisine göre tarihin “kokuşmuş kan döken şehri,” kimisine göre ise “efsunlu diyarı.”

Eğitim dönemini tamamlayınca, eski notlarımızı temizlemeye koyulduğumuzda “Lazım olur mu bu not, atsam mı kalsa mı?” deriz ya hani, hah işte öyle bir kitap bu benim için. Verimli mi, verimsiz mi anlayamadım. Zaten kitap içinde kitap ve zaman kırılmaları mevcut. Bi’ bedevî libasları giyip çöllerde dolaştırıyor, bi’ Avupaî grand tuvalet kokteyllerde gezdiriyor.

Esas mevzu Ömer Hayyam’ın Rubaiyat’ı etrafında dönüp duruyor. Girişe bakar mısınız:

“Atlas Okyanusu’nun dibinde bir kitap yatıyor. Anlatacağım işte onun hikâyesi.”

Titanik ile batan yazmadan bahsediliyor. Kitabı okuyunca bu yazmanın gerçek olmasını ve o yazmayı görmüş incelemiş olanların bir kopyasını çıkarmış olmasını ve günümüzde bir yerlerde birilerinde olmasını diledim. Biraz araştırma yapınca bazı sayfalarına ve cildinin görsellerine internetten ulaşmak mümkün olduğunu gördüm (British Library’de kopyasının kopyası mevcut, incelemek isteyenler için adres göstermiş olalım). Ve kitapta bu yazma esere methiyeler düzülmesinin, eserin peşinde kıtalar aşılmasının, hatta canı pahasına gayret edilmesinin hiç de abartılı olmadığını anladım.

“Semerkant, Dünya’nın ezelden beri Güneş’e çevirdiği en güzel yüz,” diyor yazar. Zaten ülkelere ve şehirlere iltifat ederken güneşi alet etmek modaydı birkaç yüzyılda. Misal; “güneşin doğduğu ülke,” “güneşin batmadığı ülke,” “güneşin tebessüm ettiği şehir,” falan filan. Hatta sevgilisine övgü maksatlı: “Güneş mahbubumun hüsnünü görüp utanıyor, görmemek için bulut perdesini başına çekiyor” diyen birine Bediüzzaman’dan tokat gibi cevap, buyrunuz:

“Hey âşık efendi! Ne hakkın var, sekiz ism-i a’zamın bir sahife-i nuranîsi olan Güneş’i böyle utandırıyorsun?”

Daha güzel bir cevap olamazdı. Neyse, sözlerimizde güzellemeleri de kullandığımıza göre artık konumuza dönelim. Nizamülmülk, Hasan Sabbah, Ömer Hayyam üçlüsünü anlatıyor ilk bölümler. Kitaptaki tarifiyle; “Dünyayı gözlemleyen Ömer Hayyam, o dünyayı yöneten Nizamülmülk ve aynı dünyaya dehşet saçan Hasan Sabbah.” Devamında; anne babasının, Ömer Hayyam’ın Rubaiyat’ı üzerine kurulan muhabbetle, tanış olan ve adını da Omar koydukları yazma peşine düşen adamın hikâyesi yer alıyor. Sonunda da bir bilmece gibi her şeyin kurgu mu gerçek mi ayırdında bocalayan bir hikâye. Sözü buraya kadar getirmişken –başta söyleyip göz korkutmak istemediğimden mütevellit– tarih romanı olduğunu anlamışsınızdır.

Tarih romanı canım, deyip geçmeyelim. Anlatılar bana bazen okulumu, bazen şehrimi, bazen de devletimi hatırlattı. Zaten Orta Doğu (kimi zaman Orta Asya) denilen kavramı çatına çatına yaşamıyor muyuz geniş mi geniş zamanda? “Ne diyon yine Alla’sen?” dediğinizi duyar gibiyim. Ben de size kitaptan bir diyalog nakşedeyim:

−Umarım Yaratan seni bilgelikten, dilini tutma bilgeliğinden yoksun bırakmamıştır; yoksa sahip olduğun tüm diğer vasıflar ne bir işe yarar ne de takdir görür.”

−Düşündüklerimi ifade etmek için yaşlanmayı mı beklemem gerek?

−Her düşündüğünü ifade edebileceğin gün, senin torunlarının torunları bile ihtiyarlamış olacak. Şimdi sır ve korku devrindeyiz, iki yüzün olmalı, birini kalabalığa göstermeli, ötekini kendine ve Yaratıcı’na saklamalısın. Gözlerini, kulaklarını ve dilini korumak istiyorsan, gözlerin, kulakların ve bir dilin olduğunu unut.

Ve bir de dörtlük:

Yoksulluk muydu beni huzuruna getiren?

Değildir yoksul azla yetinmeyi bilen.

Hiçbir şey beklemem senden saygıdan başka

Dürüst ve özgür bir kişiye saygı göstermeyi bilirsen.

Alamut Kalesi ve Haşhaşinlere de elbette yer verilmiş kitapta. Kale öyle ihtişamlı anlatılmış ki şaşırmamak elde değil. Tasvirlere göre tasarlanan illüstrasyonlara muhakkak bakın derim.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*