Sen sensin, ben benim

Tesettür meselesini ele aldığımızda tesettürün hürriyetle ilişkisine değinmemek muhakkak bir eksiklik olacaktır. Zira bu asrın insanı hürriyet istiyor. Tesettür ise zahiren bir kısıtlılık gibi görünmekte. Cüretkâr nefislerin en çok itiraz ettikleri bu meseleyi hakikatiyle anlayabilmek için ilk olarak hürriyetin sınırlarını çizmeliyiz. Ve “Kul nedir, Rab kimdir?” bilmeliyiz. Sonra, hakikî mülk sahibini bulmalıyız. Tesettüre hürriyet noktasında itiraz edenler, hakikaten kendi bedenlerinin sahibi midir ki onda hak iddia ediyorlar? Öğrenmeliyiz.

Tesettür, İslâm’ın şeairinden olduğu için olsa gerek; İslâm’ın pek çok hakikatiyle iç içe geçmiş. Bu meseleye tek başına değil, onu çeviren hakikat ve kavramlarla baktığımızda aradığımız cevaba ulaşmak mümkün. Evvela, hürriyetin sınırları demiştik. “İnsanlar hür oldular ama yine abdullahtırlar.”1 İnsan ne kadar hür olsa, yine Allah’ın kuludur.

Tesettür Risalesi olan Yirmi Dördüncü Lem’a’ya baktığımızda ilk olarak şu notla karşılaşırız: “On Beşinci Notanın İkinci ve Üçüncü Meseleleri iken, ehemmiyetine binaen Yirmi Dördüncü Lem’a olmuştur.” Bu notun gösterdiği adrese, On Yedinci Lem’a’nın On Beşinci Notasının İkinci ve Üçüncü Meselelerine gittiğimizde ise ilk gördüğümüz cümle şudur: “Ey insan ve ey nefsim, muhakkak bil ki: Cenab-ı Hakkın sana in’âm ettiği vücudun, cismin, âzaların, malın ve hayvânâtın ibâhadır, temlik değildir.”2 İlk uyarı geldi; ben, benim değil. Vücudum ibahedir, Allah’ın verdiğidir. Mülküm değil. “Madem sana verilen hayat ve hayatın levâzımatı temlik değil, ibâhadır. Elbette ibâhanın düsturuyla hareket etmek lâzımdır.”3 Evet, emanetin düsturlarına göre o vücudu kullanabilirim.

“Nasıl bir zat, ziyafete misafirleri dâvet eder. Onlara, meclis ziyafetindeki eşyadan ve ziyafetten istifadeyi ibâha ediyor, temlik etmiyor. İbâha ve ziyafetin kaidesi ise, mihmandarın rızası dahilinde tasarruf etmektir. Öyleyse israf edemez, başkasına ikram edemez, sofradan kaldırıp başkasına sadaka veremez, dökemez, zâyi edemez. Eğer temlik olsaydı, yapabilirdi ve kendi arzusuyla hareket edebilirdi. Aynen bunun gibi, Cenab-ı Hak sana ibâha suretinde verdiği hayatı intiharla hâtime çekemezsin, gözünü çıkaramazsın ve mânen gözü kör etmek demek olan gözü verenin rızası haricinde harama sarf edemezsin. Ve hâkezâ, kulağı ve dili ve bunlar gibi cihazâtı harama sarf etmekle mânen öldüremezsin.”4

Bize emanet verilen mal üzerindeki hürriyetimiz, emaneti veren kişinin rızası dairesinde hareket etmek kadardır. O ise,“Ey peygamber! Eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle, dış giysilerini üzerlerine alsınlar.”5 diyor. Bu saydığımız hakikatler üzerine hülâsa olarak şöyle demek mümkün: Vücudumuz üzerinde hak iddia edip “Tesettür beni kısıtlıyor” demek abestir. Çünkü bizi, biz idare etmiyoruz. O halde biz, bize ait değiliz.

İtiraza hakkımız olmadığını anladık. Peki, itiraz edemediğim bu emirde bir hikmet var mı? Yoksa Allah zulmen mi böyle bir şey emretmiş? Hâşâ, sümme hâşâ. Kur’ân-ı Hakîm’in bu hükmü tam fıtrî ve hikmete uygun olduğunu anlamak isteyenleri Tesettür Risalesine havale edelim.

Bir de tesettürün zâhiren bir ağırlık, tesettürsüzlüğün ise hafiflik ve kolaylık olduğu zannı var ki; Üçüncü ve Yedinci Sözler hangi hâlin hakikî kolaylık olduğunu muhteşem ispat ediyor. Üçüncü Söz’deki silâhını kuşanıp sağdan giden adamla, kanuna itaat etmeyip silâhsız olarak sol yoldan giden adamı hatırlarsınız. Evet sağ yola giden adamın belinde ve başında yük var ama esasen o; yük değil, ihtiyaçtır. Sol yolda gidenin ise cismi bir batman hafiftir, fakat kalbi binler batman minnetler altında ve ruhu hadsiz korkular altında ezilir.

Bir askerin yolculuğu için yanına aldığı azık ve kendini korumak için kuşandığı silâh ona yük olabilir mi? Ve o -zahirî- ağırlıkları taşımak istemeyen kişinin kalben çektiği korkular hafiflik ya da rahatlık mıdır? İşte her ibadet; ahiret azığı veya bir silâh olduğu gibi tesettür öyle bir siper ve kaledir ki, o sipere girmek ancak emniyettir.

Yedinci Söz’de ise şu diyaloğu muhakkak hatırlarsınız:

“Sual: Ha ha, nedir ağzında gizli okuyorsun?

Cevap: Bir tılsım.

— Bırak şu anlaşılmaz işi. Hazır keyfimizi bozmayalım.

S- Hâ, şu ellerindeki nedir?

C- Bir ilaç.

— At şunu. Sağlamsın. Neyin var? Alkış zamanıdır.

S- Hâ, şu beş nişanlı kâğıt nedir?

C- Bir bilet. Bir tayinat senedi.

— Yırt bunları. Şu güzel bahar mevsiminde yolculuk bizim nemize lâzım”

Yine bir asker. Sağ ve sol tarafında iki derin yara açılmış. Arkasında bir arslan saldırmak için bekler, önünde ise kurulmuş bir darağacı var. Bununla birlikte önünde uzun da bir yolculuk olan bu asker, başındaki bu müthiş belâları üzerinden kaldıracak tılsım, ilaç ve bileti kullanmaz da bu dessas adama uyarsa ne kadar akılsızlık edeceğini aklı olan anlar.

Ehl-i dünya da aynı böyle saldırmıyor mu; “Hâ, nedir o başında sarmışsın? Çıkar, at onu. Bu güzel yaz mevsiminde örtünmek nemize lâzım? Bak açıklık zamanıdır, herkes nasıl açmış!” Böyle dessaslara karşı; “Eğer ölümü öldürüp, zevâli dünyadan izale etmek ve aczi ve fakrı beşerden kaldırıp kabir kapısını kapamak çaresi varsa, söyle, dinleyelim. Yoksa, sus!”6 demeli ve onları susturmalı.

Dipnotlar:
1) Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı, “Hakikat”.
2) On Yedinci Lem’a, On Beşinci Nota, Üçüncü Mesele.
3) A.g.e.
4) A.g.e.
5) Ahzâb Suresi: 59.
6) Yedinci Söz.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*