“İnsan toplumsal bir varlıktır” diyor Aristoteles. Bu söz, yazıyı okuyan birçok kişiye klişe bir söz gibi gelebilir. Ancak klişe olması gerçekliğinden bir şey kaybettirmez diye düşünüyorum. İnsan, fiziksel olarak toplum dışında ve insanlardan uzak yaşamayı bir süre başarabilse dahi psikolojik açıdan bunu devam ettirmesi oldukça zordur. Zorluğunun yanında, toplumun dışında bırakılmak veya kendini toplumdan soyutlamak insan için karmaşık ve sağlıksızdır. Çünkü insan bütün ihtiyaçlarını kendi karşılayabilecek maddî, manevî güce sahip değildir. Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin “İhtiyaç dairesi, nazar dairesi kadar büyüktür, geniştir. Hatta hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider; orada da hâcet vardır, belki her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde olmayan, ihtiyaçta vardır; elde bulunmayan ise hadsizdir. Hâlbuki daire-i iktidar kısa, elimin dairesi kadar kısa ve dardır.”1 sözleri bunu kanıtlar niteliktedir. Özellikle, “tüketim çağı” dediğimiz günümüzde insan elinde bulunmayan her şeyi ihtiyaç olarak görüyor. Bu durumda da ihtiyaçlarını tek başına karşılaması mümkün olmuyor. Terziye, kasaba, çiftçiye, bir yazılıma/yazılımcıya, doktora, öğretmene ve saymakla bitiremeyeceğimiz binlerce insana, sektöre, meslek erbabına hem insanın hem toplumun ihtiyacı vardır.
İnsanın Cenab-ı Hak tarafından sosyal bir varlık olarak yaratıldığından bu şekilde bahsettikten sonra gelelim psikolojik boyutuna. Hem psikolojinin hem sosyolojinin önemli bir konusu olan yalnızlık meselesinden bahsedeceğim ve bunun için biraz geçmişe gideceğim. Eski çağlarda suç işleyen bir insana verilen en büyük cezalardan biri onu yaşadığı toplumdan uzaklaştırıp sürgüne göndererek o kişiyi yalnızlaştırmak şeklindeydi. Bu cezayı vermekteki amaç kişiyi mahrumiyet, terk edilmişlik, dışlanmışlık, yabancılaşma gibi duygularla baş başa bırakmaktı belki de. Yine günümüzde suçlulara verilen hücre cezaları da bunun bir örneğidir. Kimi insanlar yalnızlığı; tek başına olabilmek, kendine yetebilmek, kendi başına ayakta durabilmek ve belki de üretebilmek için kendisi tercih ederken bunun aynı zamanda bir ceza olarak görülmesi bir çelişki gibi görülebilir.
Tam bu noktada “İnsan ne kadar sosyalleşmeli, ne kadar yalnızlaşmalı? Sosyalleşmeden/yalnızlaşmadan kasıt nedir?” gibi soruları sormak gerekir. Sosyalleşmek derken sosyal medyada binlerce arkadaşın(!) olması, binlerce kişiyi takip etmeyi mi kastediyoruz; yoksa ihtiyaç hâlinde oturup iki kelâm edebileceğimiz, aynı dünya görüşünü paylaştığımız, benzer kaynaklardan beslendiğimiz bir-iki tane de olsa hakikî arkadaşımızın olmasını mı?
Elbette bu yazıdaki maksadımız dikkatleri ikinci kısma çekmek. Her gün haber programlarında veya diğer sosyal mecralarda gördüğümüz, duyduğumuz; insanlık dışı ve akıl almaz olayların yaşanmasının bir sebebi de sosyalleşmeyi veya yalnızlaşmayı yanlış anlamamızdır. Her gün saatlerce bilgisayar başında, belki de hayatımızda bir kere dahi yüz yüze görüşmeyeceğimiz, mimiklerini, hareketlerini asla bilmeyeceğimiz, hiçbir kötü günümüzde yanımızda olmayacak sanal arkadaşlarla; ruhsal ve psikolojik yaralar açan oyunlar oynamak sosyalleşmek midir? Yoksa oyunların etkisinde kalarak, gerçek hayattan kopup samuray kılıcıyla Allah’ın yarattığı bir kulun canına kastetmeye mi sebeptir?
Sosyalleşmek; her ortamda, her şartta, her zaman “Onunla iletişim kurmaya çalışıyorum ama!” bahanesiyle, ölçüp tartmadan karşıdaki kişiye her şeyi söyleyerek onu kırmak mıdır? Dışardan bakıldığında konuşmaya, iletişim kurmaya çalışıyorsun. Ancak kendine, hayatına, diğer insanlara ve o insanların hayatına o kadar tahammülsüzleşmişsindir ki, acısını çıkartıyorsun belki de kim bilir? Söylediklerimiz doğru dahi olsa, her doğruyu her yerde söylemek doğru mudur?
Peki, yalnızlaşma? Yalnızlaşma derken kendini toplumdan soyutlayıp; hakikatlere karşı kör, sağır, dilsiz olmayı, aile bağlarını koparıp sıla-i rahimi kesmeyi veya bencil olmayı mı kastediyoruz? Yoksa tefekkür etmeye, düşünmeye, sorgulamaya, farkındalık kazanmaya, kendini tanımaya/ keşfetmeye vakit ayırmayı mı?
Kaçımız hâlâ bayramlarda tatile gitmek yerine; büyüklerimizle, ailemizle vakit geçirmeyi tercih ediyoruz? Çocuklarımızın saygısızlaştığından dert yanıyoruz. Bu durumda bizim yaptıklarımızın, hatta yapmadıklarımızın payının ne kadar olduğunu düşündük mü hiç? Gençlerimizin üretmediğini söylüyoruz, peki gençlerimizin tefekkür etmesi, sorgulaması, merak etmesi için onlara hangi ortamları sunuyoruz? Onlara daima “En önemli sensin. Her şey senin için. Gençsin sen, tadını çıkarmaya bak.” vb. telkinleri veren biz değil miyiz? Özellikle ergenlik çağındaki gençlerimiz odalarına kapandığında, “Aman başımıza bir iş açmasın da, takılsın odasında” diye düşünüp, elinde bir kitap gördüğümüzde de “Filozof olacaksın sanki, dünyayı sen mi kurtaracaksın?” diyerek dalga geçip gençlerin şevkini kim kırıyor?
Hâsıl-ı kelam; sosyalleşmek ve yalnızlaşmak günümüzde içini boşalttığımız kavramlardan sadece iki tanesi. Her şeyden dert yanıp hiçbir şey yapmamak da zamanımızın bir hastalığı. Bu iki kavramın özellikle gençler üzerindeki olumlu veya olumsuz etkisi ise toplumun, hatta insanlığın geleceği için oldukça önemli. Bugün sadece kendini düşünen bencil bir genç yetiştirmek, ileride de kendisinin sadece nefsinin heveslerini doyuracak ancak toplumun zararına olan fiilleri işlemekten kaçınmayacak, aksine bununla gurur duyacak bir yetişkin hâline gelmesine sebep olmaktır. Bu durumun sadece kendi evimizdeki gençler ya da yetişkinlerle sınırlı kalmayacağının da farkındayız. Peki, bu büyük yıkımın sorumlusu kim olacaktır? Hesap kimden sorulacaktır? Sizin bu sorulara verecek bir cevabınız var mı bilmiyorum kıymetli okurlar ancak benim bir cevabım yok…
İlk yorumu siz yazın