Yalnızlığın modern adı: Dijital dünya

Zaman ilerledikçe teknolojinin geliştiği ve buna paralel olarak dijitalleşmenin de arttığına şahit oluyoruz. Bu vetirenin hayatımızı kolaylaştırdığı imajına rağmen yalnızlık ve enaniyet gibi çok sayıda menfî neticelere sebebiyet verdiğini görüyoruz.

Radyoyla başlayan, televizyonla devam eden ve bugünkü haliyle cep telefonu, bilgisayar gibi teknolojik cihazlar çoğumuzu âdeta esir almış vaziyettedir. İnternetin ve sosyal medyanın hayatımıza girmesi alışkanlıklarımızı değiştirirken; insan ilişkilerini, iletişimi ve değerlerimizi menfî etkilemeye devam ediyor.

Bu cihaz ve platformların, insan fıtratıyla tezat teşkil eden bir mantık ve amacın içinde olduğu daha çok dillendirilmeye başladı. Zaafiyetlerimizi hedef alan ve bağımlılığı netice veren dehşetli bir planla karşı karşıyayız. “Bu bağımlılık, bebekleri çizgi filmler; çocukları bilgisayar oyunları; gençleri maç seyretme ve sanal dünya hastalıkları; yetişkinleri filmler, diziler ve magazin programları; yaşlıları da haber programları ve belgeseller ile gerçek hayattan kopartarak bütün bir cemiyeti, yalnızlaştırma projesinin esiri yapmaktadır.”1 tespiti veciz bir özet hükmündedir.

İsmiyle müsemma olmayan “sosyal medya” gibi platformlar bu yalnızlığı bilhassa salgın sürecinde daha da artırmış vaziyette. “Sosyal medyada 5000 arkadaşım var ama içimi dökeceğim tek bir kişi yok.” mealindeki paylaşımlar yalnızlığımızın itirafı değil midir? Hiç tanımadığımız insanlarla sanal dünyada iletişim kurmak meselelerimizi çözmüyor aksine bizleri yalnızlaştırıyor, gerçek dünyadan koparıyor ve enemizi kabartıyor.

Kalabalıklar içinde yalnızlığımız artıyor. Gittikçe hislerimizin, insanî değerlerimizin kaybolduğunu görüyor ve yaşıyoruz. Hastalık, taziye veya tebrik paylaşımları artık sıradanlaştı. Arkadaşlarımızı ziyaret edip tebrik etmek ya da taziye vermek çok zor geliyor. Hatta sosyal medyada dahi bir cümle yazmanın zorlaştığı bir sürecin içindeyiz.

Yalnızlaşmanın kaçınılmaz bir neticesi olarak dostlara, akrabalara ayıramadığımız zamanı bu ortamlara ayırıyoruz. Ayrıca, en lüzumlu ihtiyaçlara zamanımız olmadığı hususunda kendimizi kandırmaya devam ediyoruz. Âdeta “Manevî bir sarhoş!” gibiyiz. Hipnoz olmuş bir vaziyette saatlerce mâlâyanî videoları izlememizi ve faydasız paylaşımlarla meşgul olmamızı dert edinmek gerekmez mi? Yanlış olduğunu ve ahirette pişmanlık getireceğini bile bile doğruları yapmaktan kaçmamızın mantıklı bir açıklaması var mı?

Bu cihaz ve platformlar hayatımıza girmeden önceki durumu hatırlayalım. Mantıklı ve hayırlı karar vermek için ciddi mücadele verir miydik? Tablo; siyah ve beyaz olarak ayrılmıştı. İrademizi kontrol edebiliyorduk. Şimdi ancak şahs-ı manevîyle hareket edince muvaffak olabiliyoruz. Tek başına kaldığımızda kıymetli saatlerin heba olduğunu, hayırlardan uzaklaştığımızı, bir mevzuya odaklanmakta zorlandığımızı çok sayıdaki tecrübemizden biliyor olmalıyız.

Cep telefonları neredeyse vücudumuzun azalarından biri hâline geldi. Onsuz yaşayamıyoruz. Bir mesaj sesi bir anda tüm düşüncelerimizi telefona yoğunlaştırmaya yetiyor. Yapılan araştırmalar gün içinde bildirim gelmese dahi gün içinde defalarca bu ağlara girdiğimizi gösteriyor. Bu da akıl, kalp ve ruhumuzun nasıl bir esaret altında olduğunu gösteriyor. Sabrımızı kaybettiğimiz gibi merak hissiyatımızı da yanlış yerde kullandığımızı müşahede ediyoruz.

Üstelik özel hayatlara ait detayların, yeme-içme-gezme paylaşımlarının; günahımızı, ruhî sıkıntılarımızı arttırdığının ve enemizi kabarttığının farkında mıyız? Hastanelerde internet bağımlılığı polikliniklerinin açılmaya başlaması tesadüf olabilir mi? Hiç tanımadığımız insanlar tarafından beğenilme arzusu, çok sayıda insanı ölüme kadar götüren davranışlara sevk etmiyor mu?

Dijital âlemden uzaklaştığımız ölçüde özgür olduğumuzun farkına varmalıyız. Teknoloji ile gençler kadar içli dışlı olmayan büyüklerimiz; hiç tanımadığı biriyle dahi uzun soluklu sohbet edebilmektedir. Gençlerimizle ise ortak bir konu bulmakta zorlanmamız vehametin boyutunu gösteriyor.

Sanal âlemde yazmak da artık zor geldiğinden kısaltmalar kullanılıyor. Hatta dinî selamlaşmalarımıza dahi bu alışkanlık sirayet etti. “Selamünaleyküm” yerine “Sa”, “Aleyküm selam” yerine“As”, “Allah’a emanet ol” yerine “Aeol” gibi kısaltmalar yaygın hâle geldi. Artık harf yazmak dahi zor geldiğinden emojilere başvuruyoruz. Binlerce yıl geriye gittik aslında. Bir nevi çivi yazılarına döndük. Bu da fikir hayatımızı baltalıyor. Birkaç yüz kelimeyle düşünen fertlerin fikrî hayatı olabilir mi? Birkaç yüz kelimede ya da emojide iki cihan saadetini kazandıracak mefhumlara nasıl aşina olunacak? Yabancı bir kelime zannedilen aslında saadetini temin eden kavramlardan kaçan fertlerin oluşturduğu toplum insanlığa ne verebilir? Bu soruların cevaplarını dert edinmemiz gerekmez mi?

En can alıcı noktalardan biri de “Neden buradayız?” sorusudur. Nefsimizi yoklayalım. Neden sosyal ağları kullanıyoruz? Yaptığımız paylaşımlardaki amacımız nedir? Daha çok beğeni almak mı? Hiç tanımadığımız insanlara kendimizi beğendirmeye mi çalışıyoruz? Sözü Bediüzzaman’a bırakmak en güzeli: “Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı.”2 İbadet değil de amel kelimesinin kullanılması cay-ı dikkattir. Amel; her saniyede ne yapıyorsak, Allah rızasını hedefleyen davranışın adıdır. Öyle ki şu an dünyada yaklaşık 7.8 milyar insan bile aksi istikamette olsa bu o amelin doğru olduğunu göstermez. Kriter, Rabbimizin rızasıdır. Rabbini razı edemeyen amelde hayır yoktur.

“Bizler hayatın her çeşit lezzet ve keyiflerini tatmak ve tattırmak istiyoruz, bize karışma!” ifadesi nasıl bir şahs-ı manevîyle (zındıka, ifsat ve mason komiteleri) karşı karşıya olduğumuzu özetliyor. Bu dünyadaki zevk ve lezzeti yaşamaktan başka gayesi olmayan bir toplulukla mücadele halindeyiz. “Ânı yaşamak!” olarak özetleyebileceğimiz bu mantıkla olabildiğince bu menhus lezzeti başkalarına da ulaştırmaya ve bu uğurda gereken tüm mücadeleyi yapmaya hazır oldukları anlaşılıyor.

Bilgisayar ve cep telefonlarında bulunan oyunlar, sosyal medya hazır zevki yaşatmayı hedefliyor. Bu gaye üzerine kurgulanan platformlar sürekli hayal âleminde yaşatarak gerçek dünyadan koparıyor. Bu hazır lezzete müptela olanlar gerçek dünyaya yabancılaşıyor ve dolayısıyla yalnızlaşıyor. Belki de zamanla bu platformlardaki beraberliği gerçek zannediyor. Bu gerçek zannettiği yalan dünyayla yaşamak ise kişiye yalnızlık, huzursuzluk ve mutsuzluk olarak dönüyor.

Üstadımız bu menhus zevklerin “zehirli bal” hükmünde olduğunu hatırlatarak gerekli ikazları yapmıştır. “Bu zaman, cemaat zamanıdır.”3 diyen Bediüzzaman Hazretlerinin bu tespitinin ne kadar elzem olduğunu bugünlerde daha iyi anlıyoruz. Ayrıca Üstad Hazretleri her durumda vasatta kalmamız gerektiğini ifade ederken, irtibat hususunda “müfritâne irtibatı”4 tavsiye etmesi son derece manidârdır.

Zira çağın hastalığı enaniyettir. O halde sorunun çözümünde en küçük daireden başlamalı ve bunu en büyük vazife bilmeliyiz. Bu dairenin nefsimiz olduğu aşikârdır. “Nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez.”5 kaidesini ve “Nefsinizi temize çıkarmayın.”6 ayetini hatırlamalıyız. “Ben nefsimi herkesten ziyâde nasihata muhtaç görüyorum.”7 prensibini şiâr edinmeliyiz. Bilhassa sosyal medyada şahsımızı değil, şahs-ı manevîyi nazara veren paylaşımlar yapmalıyız. “Niçin yapmadığınız şeyleri söylüyorsunuz?”8 ayetiyle çelişmeyen bir hayat sürmeliyiz.

Bunun da en kestirme ve güvenli yolunun Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. Eksik ve yanlışlarımızı düzeltmenin, hayırlarda yarışmanın, hakikî lezzet almanın, sosyal ağlardaki eneyi kabartan, yalnızlaştıran, fitrî olmayan ve yalan, riya üzerine kurulu menfi yapıyı etkisizleştirmenin en metin tarîkı şahs-ı manevîye dahil olmaktır.

Fırtınalı bir denizde kendi gücümüze güvenip tek başına kayıkla yola çıkmak divaneliktir. Onun yerine Risale-i Nur şahs-ı manevîsinin gemisine binerek sahil-i selâmete ulaşmak elzemdir vesselâm…

Dipnotlar:
1) Cismaniyet Ekseninde Âyetü’l-Kübrâ, Prof. Dr. Ömer Önbaş, Nahit Topaloğlu, İntizam Seyda Durgun, Nejdet Pehlivan, Köprü Dergisi;
2) Lem’alar, s. 275.
3) Emirdağ Lâhikası, s. 100.
4) Kastamonu Lâhikası, s. 93.
5) Sözler, s. 301.
6) Necm Sûresi: 32.
7) Sözler, s. 17.
8) Saff Sûresi: 2.

2 Yorum

  1. Mükemmel tespit ler
    İnşaallah bu bağımlılık tan kurtuluruz.
    Tek başımıza da kurtulmayız sanırım

  2. Allah razı olsun Cenk ağabeyim. Çok önemli bir konuyu gayet açık ve net bir şekilde dile getirmişsin. Bu zamanın en büyük hastalığı bu ne yazık ki. Herkes bu hastalıktan az ya da çok muzdarip. Çare ve teşhis de belli ama nefsi ikna etmek terbiye etmek çok zor.

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*