Gençlik veya yaşlılık dediğimiz şey nedir ki? İzâfî şeyler değil mi?
Tamam, sebepler dairesinde, âdetullah gereği yaşlanıyoruz, pörsüyoruz. Ama hafiziyet aynasında bâkî kalan ruh, düşünceler, duygular… Esas olan bunlar değil mi? Bediüzzaman “Madde asıl değil ki vücut ona musahhar kalsın ve tâbi olsun. Belki madde, bir mânâ ile kaimdir. İşte o mânâ hayattır, ruhtur.” diyor. Ruh da bekaya mazhar olduğuna göre… Ve aslında -inşaallah- hepimiz 33 olduğumuza göre!
Bazen lâtife yollu da olsa arkadaşlarla muhabbetlerimizde “Bu dünya şartlarında mecburen kimimiz önce geliyor, kimimiz sonra. Kimimiz abi/abla oluyor, kimimiz kardeş. Kimimiz ana/baba, kimimiz çocuk… Kimimiz dede/nine, kimimiz torun… Zaman denilen nehirde akarak geldiğimizden, mecburî bir sıralama ve o sıralı gelişle de aramızda -ebede dek devam edecek- bir hukuk meydana geliyor. Ama aslında hepimiz 33’üz inşaallah, bu yaş meselesi biraz da izafîdir canım.” deyip geçiveriyoruz öyle.
Evet, şu gençlik ve yaşlılığı, ufaktan da olsa bir irdelesek diyorum bu vesileyle.
Hani klişe bir söz vardır ya, “İnsan hissettiği yaştadır” diye. Hakikati yok değil. Tamam, biyolojik bir yaşımız var illâ ki; ama mü’minin Hz. Âdem’den (as) kıyamete kadar uzanan manevî bir ömrünün olduğu da düşünürsek… Şu yaş meselesini yeniden düşünelim derim.
Hz. İsa (as) 33 yaşında çekilmişti göğe, değil mi? Sizce o şimdi kaç yaşında? İhtiyar mıdır çok? Yine Ashab-ı Kehf meselâ… 309 sene uyudukları mağarada gözlerini açtıklarında kendilerini kaç yaşında hissettiler acaba? Geçen zaman onlardan neyi alıp götürebilmişti fiziksel anlamda? Yine genç değiller miydi?
“Zaman” ve “mekân” dediğimiz boyutlar “izafî” ise ve ancak Hâlık’ın elinde, Onun belirlediği şartlar dahilinde tesirini icra edebiliyorsa, ki öyle olduğu anlaşılıyor, Rabbimizin, yaşadığımız zaman ve mekân boyutunda -âdetullah gereği- saçlarımıza aklar düşürmesi, belimizi bükmesi altında elbette nice hikmetler saklı olsa gerek.
Evet, “imtihan dünyası” böyle gerektiriyor.
Bununla beraber, eşyanın tabiatının, Cenab-ı Hakkın elinde olduğunu, icabında ateşe yaktırmadığı gibi, ihtiyarlık alevinin saçları ağartıp beli bükmesine izin vermeyecek olanın da yine Âlemlerin Rabbi olduğunu tefekkür etmemiz yerinde olacaktır herhalde. [Hatırlayınız; Hz. Peygamberin (asm), başını meshedip dua ettiği bir Sahabînin, 100 yaşına geldiğinde bütün saçları ağardığında bile, sadece o mübarek elin değdiği kısmın hâlâ simsiyah duruyor olmasını. (Ondokuzuncu Mektub)]
Meryem Suresi’nin başı da, bize bu konuda ufuk açıyor.
“Bu ayetler, kulu Zekeriya’ya, Rabbinin rahmetini zikirdir.” mealindeki ayetle başlayan sure, Üstadın İhtiyarlar Risalesi’nin başına da aldığı, Hz. Zekeriya’nın (as) “Rabbim! Kemiklerim gevşedi ve başım ihtiyarlık aleviyle tutuştu. Sana ettiğim dualarımda da, ey Rabbim, ben hiç mahrum kalmadım.” şeklindeki bir duasıyla devam ediyor. Akabinde, Rabbinden, kendisine ve Yakub oğullarına mirasçı olacak bir “veliaht/evlât” istemesi sözkonusu.
Hz. Zekeriya’nın (as) ihtiyar hâli ve hanımının kısır durumuna rağmen Rabbinin ona bir oğul müjdelemesi, bu İlâhî beşaret karşısında Hz. Zekeriya’nın (as) hayrete düşmesi ve neticede Cenab-ı Hakkın bütün eşyanın dizginini elinde bulundurduğu ve dilediği şekilde yaratmaya kàdir olduğu yönünde verilen tevhid dersi, gerçekten ibret verici.
Bu misalle birlikte, Cenab-ı Hakkın “serin ve selâmetli” kılması neticesinde Hz. İbrahim’i (as) yakmayan “ateş”i de tefekkür etmek lâzım.
Üstad, Hz. İbrahim’le (as) ilgili bahiste şöyle diyor:
“Ateş dahi, sair esbâb-ı tabiiye [tabiî sebepler] gibi kendi keyfiyle, tabiatıyla, körü körüne hareket etmiyor. Belki emir tahtında bir vazife yapıyor ki, Hazret-i İbrahim’i (aleyhisselâm) yakmadı ve ona, ‘Yakma!’ emrediliyor.” (Yirminci Söz)
Demek, bütün tabiatlar/sebepler Allah’ın emri altında hareket edip bir vazife görüyor. Maddî ateş gibi “ihtiyarlık ateşi” ve bütün diğer ahvâl de İlâhî emir ve irade ile hükmünü icra ediyor.
Tam da burada, “ihtiyarlık alevi”nden “gençlik ateşi”ne geçelim isterseniz.
Öyle ya, ihtiyarlık alevi (yaşlılık ve yaşlılık şartları) Cenab-ı Hakkın elinde de, gençlik ateşi -hâşâ- gençlerin elinde mi?
Elbette, o ateşin de bir Sahibi var. O müsaade etmedikten sonra gençlik ‘yolda bırakır’, O diledikten sonra bin ihtiyarlık da gelse ‘hoş gelir, safâ gelir’.
O halde “gençlik-ihtiyarlık” dönemlerine de Allah nâmına bakmak ve bu iki çağı tevhid aynasında okumaya çalışmak, hakikî gençlik ve ihtiyarlığı anlamamız açısından yerinde olacaktır.
Evet, buraya kadar ifade etmeye çalıştıklarımız, sınırlı bir yazı hacminde, sohbet tadında bir irdeleme ve -eğer işe yararsa- ufuk açma kabîlindendi. Gerisi ve inşaallah daha fazlası, siz değerli okurların engin tefekkürüne havâle…
Ama söylemeden geçemeyeceğim: Gençlik-yaşlılık meselelerinde veya yaş muhabbetlerinde sözkonusu olur ya hep; hani şu ‘yaşı ilerlemiş tecrübe sahipleri’nin gençlere hitap etmesi meselesi. Bu konu açıldığında hep şu misale dikkat çekmek isterim: Nur Risalelerini yazıp çoğalttığı 40’lı, 50’li yaşlarında gençlerle etkin bir şekilde diyalog kurup, 60’lı yaşlarına geldiğinde ise Gençlik Rehberi’ni telif eden bir Bediüzzaman’dan, “hakikî gençlik veya yaşlılık” adına ve belki de daima genç ve taze olanın aslında “hakikatin kendisi” ve “hakikatle birlikte kalmak” olduğuna dair alacağımız çok ama çok şey olsa gerek.
Allah’a emanet olun ve daima ‘genç’ kalın ve ‘genç yorum’la kalın inşaallah.
İlk yorumu siz yazın