Sofie’nin dünyası

Her kitabın bir zamanı vardır diye düşünüyorum. Felsefe tarihi üzerine yazılmış bir roman olan Sofie’nin Dünyası, aylardır kitaplığımda bekleyen bir kitaptı. Okuyunca bir kez daha anladım ki gerçekten her kitap her zaman okunmuyor. Bazen ön hazırlık yapmış olmak gerekiyor. İçindekiler kısmına baktığımda ‘mitler’, ‘Atina’, ‘Spinoza’, ‘Kierkegaard’ ve ‘Freud’ gibi başlıkları görünce artık onlara dair daha fazla şey öğrenmek istediğimi fark ettim. Yüksek olasılıkla ilgi alanıma girmeyen isimler ve konular olsaydı kitaptan bu kadar verim ve keyif alamazdım.

Sofie, posta kutusunda bir kâğıt bulur. Bu kâğıtta sadece iki kelime yazmasına rağmen günleri baştan sona değişmeye başlar. “Kimsin sen?” sorusu ve daha başka sorularla karşılaşır her geçen gün. Bu soruların peşinden gitmesiyle birlikte bir felsefe kursuna başlamıştır Sofie.

Sadece iki kelimelik bir soruyla düşünmeye iter mektubu bırakan kişi. Sofie soruyu kendine anlık sorulmuş gibi, adı soyadını söyleyerek cevaplar. Sonra aynanın karşısına geçip başkasından cevap beklercesine soruyu çevire çevire sorar. Başka mektup var mı diye posta kutusunu düzenli olarak kontrol etmeye başlar. Mektupları bırakan gizemli kişi Sofie’ye felsefeyi öğretmeyi ve filozoflar gibi düşünmeyi vaat ediyor. Ama bunun zor olacağı konusunda da uyarıyor Sofie’yi. Çünkü felsefe demek, cevaplardan çok soru sormak, merak etmek demektir.

Karşısına çıkan her soru, her mektupla renklenir dünyası. Hiç aklına getirmediği şeylere cevap ararken bulur kendini. Sadece soru soran mektuplar da değil üstelik, Hilde isimli birinin adına mektuplar da alır. İşin garibi bu kızın doğum günü onunla aynı gündür. Tesadüfler sadece bunlarla sınırlı kalsa iyi. Sofie birkaç kere de evinde bu kızın eşyalarını bulur.

Her yeni gelen mektupla birlikte Sofie felsefeyi daha çok merak eder, daha çok öğrenmek ister. Hatta çoğu zaman okulda neden bunları öğrenmediğini de sorgular. Bu kısımlarda kendi eğitim sistemimizle benzerliğini görmek üzdü beni. Ezbere cevapların bize yetmemesi gerektiğini çok güzel bir şekilde işlemiş yazar.

Helenistik dönem, ilk çağ doğa filozofları, varoluşçuluk, materyalizm, Darwin, Karl Marx, Hegel, romantik çağ, Hume, Kant, Locke, Descartes ve daha niceleri…

Roman okuma keyfinden ziyade daha didaktik bir anlatım biçimiyle bize felsefeyi en baştan anlatmaya çalışmış yazarımız. Kitap Sofie’ye -15 yaşında bir çocuğa- gelen mektuplarla ilerlediği için dili çok sade. Ama bu sadelik kitabı daha okunur kılıyor. Sorduğu sorular o kadar evrensel ki bir yandan siz de cevaplamaya çalışırken kendinizi kaptırabilirsiniz.

Ben kimim? Evren nasıl meydana geldi? Ruhlar ölümsüz müdür? Lego neden dünyanın en dahice oyuncağıdır? Neden yaşıyoruz ya da gerçekten yaşıyor muyuz? Özgür müyüz ve irademiz var mı? Yoksa önceden yazılmış bir sahneyi mi canlandırıyoruz? Her şeyin yapıtaşı olan bir ilk madde var mıdır? Neden yağmur yağar? İyi bir yaşam sürmek için insanın neye ihtiyacı vardır? Ve daha bunlara benzeyen onlarca soru…

Hem kurgu okuyayım hem de bilgi edineyim, kimmiş bu filozoflar ya da felsefe nedir diye soranlardansanız incelemenizi tavsiye ederim.

Altını çizdiklerim

“Ruh ve beden arasında hep böyle bir karşılıklı etkileşme olduğunu Descartes bile reddedememişti. Ruh bedende oturduğu sürece, diyordu, özel bir organ olan beyin, bedenle, bir salgı aracılığıyla bağlantı halindedir. Tin ve madde arasındaki etkileşim burada gerçekleşir. Bu yüzden ruh sürekli bedenin ihtiyaçlarıyla ilgili duygu ve izlenimler tarafından şaşırtılmaktadır. Amaç da aklın yönetimi ele almasını sağlamaktır. Çünkü karnım ne kadar kötü ağrırsa ağrısın, bir üçgenin iç açılarının toplamı hep 180° olacaktır. İşte bu şekilde düşünce bedensel ihtiyaçları aşabilir ve ‘akıllıca’ davranabilir. Böyle bir bakışa göre ruh bedenden tümüyle bağımsızdır. Bacaklarımız yaşlanıp tutmaz olabilir, sırtımız kamburlaşır, dişlerimiz dökülebilir; ama içimizde akıl var oldukça, iki artı iki dört eder ve edecektir. Çünkü akıl yaşlanmaz ve yıpranmaz. Oysa bedenlerimiz yaşlanır. Descartes için akıl ruhun ta kendisidir.”

“Bir şeyi bilmemek aslında yeni bir bilgi edinme yolunda bir aşamadır.”

“Barok dönemin tipik bir sloganı vardı: ‘carpe diem’. Yani ‘gününü gün et!’ Yine çok söylenen bir başka Latince söz de şuydu: ‘memento mori’. Bunun anlamı da, ‘öleceğini unutma!’ Hayatın keyfini çıkartmayı tasvir eden bir resmin köşesinde bir de iskelet görebiliyordun. Barok döneme birçok bakımdan gösteriş ve budalalık hâkimdi; ama madalyonun öbür yüzüyle, her şeyin geçici oluşuyla, yani etrafımızdaki güzelliklerin bir gün ölüp çürüyeceğiyle ilgilenenler de çok fazlaydı.”

“Bir Rus kozmonotla bir Rus beyin cerrahı din hakkında tartışıyormuş. Beyin cerrahı Hıristiyanmış, kozmonot ise dinsiz. ‘Ben uzaya çok çıktım,’ demiş kozmonot kibirlice, ‘Ama ne Tanrı’ya rastladım ne de meleklere.’ Beyin cerrahı yanıtlamış: ‘Ben de pek çok zeki insanın beynini ameliyat ettim, ama hiçbir yerde tek bir düşünceye rastlamadım.’”

“Freud insan ruhunda üçüncü bir boyut daha görüyordu. Henüz küçük bir çocukken bile ailemizin ve çevremizin ahlâk değerleri ve kurallarıyla karşılaşırız. Ne zaman yanlış bir şey yapsak anne babamızdan ‘Olmaz!’ ya da ‘Ayıp!’ gibi laflar işitiriz. Büyüdükten sonra da bu ahlâk kuralları ve yargılar çınlar kulağımızda. Çevremizin ahlâkî beklentileri içimizde yer etmiş, bizim parçamız olmuştur sanki. İşte buna da Freud süperego ya da üstben demişti.”

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*