Palyatif Toplum

Bu seneyi tıp hayatımın önceki 3 yılından farklı kılan bir şey var. Hastalarla ve onların hikâyeleri ile iç içe geçen saatlerde hastaları ve temelde insan denen varlığı çoğu yönüyle gözlemleyebilme şansı elde ediyorum. İster bedensel ister ruhsal olsun, gözlemlediğim bu insanların hemen hepsi bir acı ve sıkıntı içinde başvuruyorlar hastanelere.

Hastalık, ağrı, acı gibi kavramları kitaplardan ziyade insanların yüz ifadelerinde görmeye başladığımdan beri bu kelimelerin daha derin bir bakışa ihtiyaç duyduklarını hissediyorum. “Palyatif Toplum” kitabına zaman ayırmamın bir sebebi de buydu.

“Günümüzde acı” kavramını farklı farklı yönleriyle ele alan yazar, akla birçok kapı açıp bu kapılarla neler yapacağımızı bize bırakmış durumda. İster bu kapıdan girip daha derin bir araştırmaya giriş, ister geri kapat, ister sadece açık bir kapı olarak farklı bir görüşün içinde bir köşelerde duruşuna izin ver, sana kalmış. 70 sayfalık kitabında acı kavramı üzerine ne kadar orijinal bir bakış açısı sunulabilirse o kadar çeşitlendirmiş kitabını yazar bana göre. “Acının etiği, Acının poetiği, Acının diyalektiği, Acının ontolojisi, Acının kurnazlığı, Acının anlamsızlığı…” başlıklardan birkaçı.

Palyatif, köklü bir çözüm olmayıp geçici olarak işe yarayan anlamına gelir. Tıpta temeldeki hastalığın tedavisi mümkün olmadığında esas olarak acıların giderilmesine yönelik tedaviyi tanımlamak için kullanılır.

Palyatif toplum ise hayatın her alanında acı duymaktan korkan (algofobi) ve bu korku ile başa çıkmak için de sürekli bir anesteziye ihtiyaç duyan insanlardan oluşur. Amaç acının kökenine inip tedavi etmek değil geçici bir süre acıyı dindirmektir. Sadece bedensel acıları dindirmek adına değil ruhsal olarak da hayatımızda hiçbir acıya, üzüntüye yer vermemek adına her gün daha da gelişmiş biçimleriyle ağrı kesiciler piyasaya sürülmekte. Bu ağrı kesicileri sadece antidepresan ya da analjezik ilaçlar olarak düşünmeyin. Bugün hakikatleri unutturmak, kendimize yalancı bir dünya kurmak için varoluşsal olarak cevaplandırabilmemiz gereken soruları aklımıza bile getirtmeyecek şekilde faaliyet gösteren her sektör ve faktör bu ağrı kesicilerin birer parçasıdır.

Sorun şu ki; acı karşısında bize dayanak sunacak ve yön verecek bir anlam mevcut değilse acı, artık sadece ilaçlarla müdahaleyi gerektiren anlamsız bir kötülüktür. İnsanın en büyük acısı ölüm de aynı şekilde. Bunu hastaları ve hasta yakınlarını gözlemlerken çok net hissederim. Hastalık ve süreçleri hepsi için zorlu geçse de kendi hastalığına ya da yakınının vefatına bir anlam atfedebilen kişilerin (ki bunun da en sağlam, dinî bir temelle yapılabileceğini düşünenlerdenim) hastalığın kendisini tesadüfen gelip bulmasını şok ve öfkeyle karşılayan kişilerden çok daha sağlıklı bir psikolojiyle bu süreci atlatabildiklerine şahit oldum. Günümüzde toplumların anlamdan yoksunluğu da acılarını katlanılmaz kılan nedenlerin başında gelir.

Bu noktada Bediüzzaman Hazretlerinin Hastalar Risalesi adlı eseri hastalık ile imtihan olanlara teskin ve tatmin edici bir anlam vaad eden teselliler verirken, sağlığına güvenen hasta kalpleri de bu noktada ihtar etmektedir.

Tıbbî bağlam içerisinde ele aldığımızda insanın temel motivasyonu iyilik halini tehdit eden tüm bedensel ve ruhsal arızalardan, hastalıklardan, sakatlıklardan, ağrı ve acılardan kurtulmak ve nihayetinde ölümden kaçınmaktır. Hayatın salt biyolojik boyutuyla ilgilenen, ne pahasına olursa olsun hayatta kalmayı kendine temel ölçüt edinen, ölümlülüğü varoluşun bir defosu olarak görüp bu arızadan kurtulma tutkusuyla hareket eden tıp hayatın nitel yönlerini ihmal etme riskiyle karşı karşıya kalabilir.

Bu şekilde acıdan arındırılmış bir gelecek tasviri yapan transhümanist bir yaklaşım, gelecek yıllar içerisinde acının biyolojik koşullarının tamamen ortadan kaldırılacağını duyurmuş ve belki de birkaç nesil sonra mutlak mutluluk amacıyla can sıkıntısının dahi biyoteknolojik araçlarla ortadan kaldırılmış olacağını ifade etmiştir. Ve bu yolda da yoğun çalışmalar devam etmektedir.

Geldiğimiz noktada asıl sorulması gereken sorulardan biri de, artık acı hissetmediğimiz zamanlarda -hakikî ve altını çizerek söylüyorum- insanî bir mutluluk yakalayabilecek miyiz?

Nietzsche’nin deyişiyle; “Acı ve mutluluk ikiz kardeşlerdir. Birlikte büyüyen ya da birlikte güdük kalan.” Acı engellendiğinde mutluluk yavanlaşıp sıkıcı bir rahatlığa dönüşür.

Ve yine Aldo Palazzeschi; “Daha önce insanî acının derinliklerinde gömülü olmayan biri yüreğinin derinliklerinden gülemez.” der.

Ve yazarın ifadeleriyle acı bağdır. Acı verici durumları bütünüyle reddeden biri bağ kurma yetisinden yoksundur.

Acı gerçekliktir, öz algılamayı hassaslaştırır. Varoluş duygumuzu da acıya borçluyuzdur. Acı ortadan kalktığında yerine koyacak bir şeyler ararız. Yapay olarak yaratılan acı buna çare olur. Macera sporları ve riskli davranışlar kendi varlığından emin olma çabalarıdır.

Acı farktır. Organlar ancak kendilerine has acı lehçeleriyle tanıtırlar kendilerini. “Acı ne sağlar?” sorusuna Von Weizsacker şöyle cevap verir: “Öncelikle acı bana neyin benim olduğunu ve nelere sahip olduğumu öğretir. Ayak parmaklarım, ayağım, bacaklarım…”

Acı olmaksızın ayırt edip değer biçmek mümkün değildir. Acısız dünya aynının cehennemidir. Umursamazlık hâkim olur burada.

Tüm bu bahsedilenlerden sonra İslam dininin kendi içinde ne kadar da tutarlı bir sistem vaad ettiğine bir kez daha hayret ettim. Acı ve ölüm kavramlarını hiçlikten kurtarıp en başta diğer bir dünyanın varlığıyla anlamlandırması ve bu dünyaya gönderiliş amacımız olan hayret ve tefekkür mesleğini en güzel şekilde yerine getirebilmemiz için zıtlıkları, acı ve hastalıkları yaratarak umursamazlık ve gafletten kurtarması karşısında “İslamiyet nimetinden dolayı Allah’a hamd olsun!” demek istiyorum.

Palyatif toplum kitabında en zevk aldığım noktalardan biri de kitabın bu yıl içerisinde basılmış oluşu. Bilgileri ve yorumları oldukça güncel yazarın virüs, pandemi, karantina kavramları üzerinden düşüncelerini ifade etmesi kitabı bir kat daha samimi hissettiriyor. Ne de olsa “aynı acılar” insanları birbirine yakın hissettirir. Yazarın virüs hakkında çok hoşuma giden bir görüşünü paylaşmak istiyorum:

Palyatif toplum bir hayatta kalma toplumudur. Hayatta kalma uğruna sürdürülen kıyasıya mücadele pandemi nedeniyle viral bir vehamet kazanmıştır. Hayatta kalma toplumu iyi hayat anlayışını tümüyle yitirir.

“Hayatın ne pahasına olursa olsun uzatılması küresel ölçekte diğer bütün değerleri geride bırakan en yüce değer haline gelmektedir. Hayatı yaşanılır kılan ne varsa hepsini hayatta kalma uğruna seve seve feda ederiz.”

“Hayatta kalma mücadelesinin karşısına iyi hayat kaygısını koymak gerekir. Hayatta kalma histerisinin hâkim olduğu toplum bir ‘ölememişler’ toplumudur. Ölemeyecek kadar canlı, yaşayamayacak kadar ölüyüz. Salt hayatta kalma kaygımızla biz de virüse, o ölememiş varlığa, sadece üreyen yani yaşamaksızın hayatta kalan varlığa benzeriz.”

Altını çizdiklerim

Aşırı miktarda yazılan ağrı kesiciler acıya yol açan toplumsal koşulların üzerini örter.

Gerçek mutluluk ancak kırılmış olmakla mümkündür.

Hayat ne derece hayatta kalmaya dönüşürse ölüm korkusu o derece artar.

Düşünmeyi hesaplamadan, yapay zekâdan ayıran da acıdır.

Acının olumsuzluğu düşünme için oluşturucu bir nitelik taşır.

Deneyim acılı bir dönüşüm sürecidir.

Alternatifsizlik siyasî bir ağrı kesicidir.

Sosyal medyadaki like kültürü de günümüzün ağrı kesicilerinden biri. Sadece sanat değil bizzat hayat instagramlanabilir olmak durumundadır.

Acıyla ilişkini söyle sana kim olduğunu söyleyeyim.

Günümüz dünyasında acı, bir zayıflık belirtisi olarak ortaya konur. Gizlenmesi ya da bir an evvel optimize edilmesi gereken bir durumdur.

Kopuşlar acı veriyorsa bağlar hakikî demektir.

Acı duyuyorum o halde varım.

Dijital düzen anestetiktir.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*