Sa’ye sarılmak

“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.’’

dizelerini bırakmış bizlere merhum Mehmet Akif Ersoy. Sa’y Arapça; çalışma, gayret sarfetme, koşma, yürüme anlamlarına gelirken, râm olmak ise teslim olmak anlamına gelir. Buradan anlıyoruz ki emek vermeden, çaba göstermeden, yorulmadan teslim olunamaz. Eğer teslim olamazsak hikmet gözlüğünden mahrum kalırız ve yanlış yollara sapabiliriz. Herkes dünyaya kendi âleminin penceresinden bakar ve yaşadığı olayları oradan yorumlar. Kendimize doğru ve emin bir pencere inşa etmemiz bu yüzden önemlidir. Can sıkıntısına teslim olmadan “O hâlde önemli bir işi bitirince hemen diğerine koyul.”1 buyurulduğu gibi insan faydalı işler peşinde olmalıdır.

Dünya hayatı bazen mutluluklar bazen de birtakım sıkıntılar yaşadığımız imtihan yeridir. İnsan duygusal bir yaratılışa sahip olduğundan bu sıkıntılar eğer gerçek çözümü bilmiyorsa onu günahkâr durumlara düşürebilir. Siyah gözlükleriyle kötümser bir bakış açısına sahip olur ve çözümü kolay yollarda arar. İşte insanın şu zamandaki en büyük sıkıntılarından biri can sıkıntısıdır. Ne yapsa tatmin olmayan bir kalp ve ruh ile huzurlu yaşamaya çalışır. Sosyal medyanın fazla kullanımı, oyun oynama, dedikodu ortamları, alışveriş bağımlılığı daha ilerisi içki, kumar gibi kötü alışkanlıklar ile ruhunu eğlendirmeye aslında oyalamaya çalışır. Bu ağrısı olan birine ateş düşürücü vermek gibi yanlış bir tedavidir. Çünkü kalp ve ruh manevî gıdaya açtır, hep onu ister. Bu kötü alışkanlıkların açtığı en büyük sorun ise zamanı boşa harcamış olmaktır. Halbuki Said Nursî’nin dediği gibi “Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur.”2

“Can sıkıntısının gerçek sebebi nedir?” sorusunun cevabı sanıyorum ki zamanın doğru kullanılamamasıdır. Düşünelim. Her şey bir düzene göre yaratıldığı gibi yaratılan her şeyin de bir amacı vardır. Biz duruyor olsak bile akıp giden bir âlem vardır. Demek ki yetişebilmemiz için bizim de hareket halinde olmamız gereklidir. Müslüman bir kul bu dünyanın geçici bir durak olduğunu idrak ettiğinde karşılaştığı can sıkıntıları ya da musibetlere bir sınav, bir uyarı, bir ders olarak bakmayı öğrenir. Bu noktada Allah’a tevekkül etmesi gerektiğinin de bilincindedir. Ancak Hz. Peygamber’in (asm), “Devemi bağladıktan sonra mı tevekkül edeyim yoksa bağlamadan mı?” diye soran bir Sahabeye, “Önce bağla, sonra tevekkül et”3 demesinden anlaşılacağı gibi insan elinden geleni yapması gerektiğini bilmelidir.

Sıkıntı zamanında insan kalbini, ruhunu, aklını, bedenini boş bırakmamalı, onu iyi ve güzel olanla, ibadetle, şükürle, zikirle doldurmalıdır. Çünkü boşta kalan kalp “Kâinatta boşluk yoktur.” düsturuyla kötü ve yararsız olana meyledecek ve günahlara sürüklenecektir. Buradan hareketle ‘boş vakit’ kavramı da insanın dikkatle emek sarf etmesi, hayırla doldurulması gereken bir zaman dilimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Peygamber Efendimizin (asm) bir hadisine atıf yaparak Ebu Muhammed Abdulhakk el-İşbilî şöyle demiştir:

Çok meşguliyet var kabirde ve ahirette,

Hatırlayarak akıllıya gelen hadisi de,

İki hasleti ganimet bil vefatından önce,

Beden sıhhati kardeşim, boş vakit bir de.

İnsan gençliğinde ve sağlığında zamanı hep çok sanır. Halbuki bilir ki boşa geçip giden zaman geçmişte kalmıştır, yerine bir daha gelmez. Gelecek zaman meçhuldür, belki görmek nasip olmaz. Ama tam şu yaşadığı an elindedir, kıymetini bilmek ve ona göre davranmak icap eder. Can sıkıntısının getirdiği isteksizlik, yeis hali kişiyi sürekli depresif bir hale sokacaktır. Tatmin olamamış bir kalple yaşadığından mutsuz olacak, bunu ailesine ve çevresine de yansıtacaktır. Toplumda insanlar sıkıntının onları düşürdüğü sefahet hâlini görmemek için birbirinden kaçar hâle gelecek ve iletişimin olmadığı, kimsenin birbirine saygısının kalmadığı mutsuz ve asık suratlı bir toplum oluşacaktır.

İmam Şâfiî şöyle demiştir: “Sufîlerle arkadaşlık ettim. Onlardan sadece iki cümle istifadem oldu. Birincisi ‘Vakit kılıç gibidir, sen onu kesmezsen o seni keser.’ Diğeri, ‘Nefsini hak ile meşgul etmezsen o seni batıl ile meşgul eder.’”

Nefis her zaman rahatına düşkündür. Ancak dünyada rahat yoktur. O halde içimizden gelen sesi doğru analiz edip nefsi değil ruhu dinlememiz gerekir. Arif kimseler öyle yaparmış.

“Ey nefsim! Madem öyledir, sen dahi kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki:

Fânîyim, fânî olanı istemem.

Acizim, aciz olanı istemem.

Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem.

İsterim, fakat bir yâr-ı bâkî isterim.

Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed isterim.

Hiç-ender-hiçim, fakat bu mevcudatı birden isterim.’’4

Kaynak:
1) Zamanın Kıymeti, Abdulfettah Ebu Gudde

2) Sorularlaislamiyet.com
Dipnotlar:
1) İnşirah Suresi, 7.
2) Asa-yı Musa, YAN., s. 31.
3) Tirmizî, Kıyâme, 60.
4) Sözler, YAN., s. 536.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*