Schopenhauer’in can sıkıntısına Bediüzzaman’ın çözümü

İnsan çok kapsamlı bir yaratılışa sahiptir. Deveran eden koca âlemler içinde madde itibariyle neredeyse hiç olan insanı Cenab-ı Hak öyle bir donanımla teçhiz etmiştir ki ruhuna hayat ile kaynayan esrarengiz hissiyatları dercetmiştir. Sayısını bile tam bilemediğimiz bu hissiyatların her biri mide gibi rızık istemektedir. Nasıl ki mide aç kaldığı zaman kişiyi rahatsız eder ve doymayı bekler, aynı şekilde bu latifeler de doyurulmadığı zaman bizleri rahatsız ederek sıkıntı vermektedir. Bu latifelerden bazılarının izini Risale-i Nur’da sürmek mümkündür. Akıl, kalp, sır, hafi, ahfa, latife-i Rabbaniye, sâika, şâika bunlardan bazılarıdır. Hatta 26. Mektup 8. Mesele de izah edilen Kur’ân-ı Kerîm’in sadece lafızlarından gıdalanan bir kısım letaiften söz edilmektedir. Lem’alar’da ise ismi konulmayan, ancak latifelerin sultanı olarak adlandırılan bir duygudan bahsedilmektedir. Bu latifenin tatmini ancak Cenab-ı Hakkı bilmek ile olmaktadır. O latife bütün dünya kendisine verilse razı olmayarak Cenab-ı Hak’tan başkasına tenezzül etmemektedir.

Ruhsal ve bedensel bütünlüğümüzü sağlamak için her bir latifemizi doyurmamız şarttır. Bunlar da ancak ibadetler ile mümkün olabilir. 27. Söz’ün Zeylinde hakikî insan-ı kâmil olmak için her bir latifemizi kendine mahsus ibadet ile meşgul etme gerekliliği üzerinde durulmaktadır. Kalbi kumandan yapıp duyguların askerliğinde maksada yürümesi insanı en üst seviyeye ulaştıracaktır. 23. Söz’de her bir insanda her bir latifenin ayrı ayrı vazife-i ubudiyetleri olduğu, her latifenin ayrı ayrı lezzetleri ve elemleri olduğundan söz edilmektedir. Latifelerimizin lezzet alması için Allah’ın emirlerini yerine getirmeli, onları elemden kurtarmak için yasaklarından kaçınmamız gereklidir. Eğer ibadetler ile bizlere verilen latifelerimizi doyurmazsak ruhumuzda sıkıntı ve huzursuzluk baş gösterecektir. Kâinatta boşluk yoktur kaidesince emir ve taat ile dolmayan zamanlar gaflet perdesi altında insanın hem dünyasını hem ahiretini hem kalan hayatını azaplara, elemlere çevirebilmektedir. Buradan baktığımız zaman yapılan ibadetler insanın huzuru yakalaması, Rabbine itimat etmesi, her şeyde Onun tasarrufunun olduğunu bilmesi hakikatlerini de ortaya çıkardığından iç âleminde meydana gelen can sıkıntıları bir noktada izale olacaktır.

Felsefeciler arasında insanın iç âleminde meydana gelen can sıkıntısının sebebi tartışma konusu olmuştur. Bunlardan biri olan Alman Filozof Schopenhauer can sıkıntısının hayatın boşluğu hissinden başkası olmadığını ifade etmektedir. Bu sıkıntının varlığının hayatın tek başına anlamlı olmayacağının göstergesi olduğunu söyler. Hayatın özünün mutsuzluk ve sefalet olduğunu iddia eden Schopenhauer can sıkıntısını şöyle tarif etmektedir: “İnsan hayatı bir tür hata olmalı. Bu insanın tatmini güç ihtiyaçlardan mürekkep bir varlık olmasından yeteri kadar açık biçimde görülür; ayrıca bu ihtiyaçlar eğer tatmin edilirlerse, elde edeceği şeyin tümü bir acısızlık durumudur ki eriştiğinde yapabileceği tek şey kendisini can sıkıntısının kollarına terk etmektir. Bu kendi başına hayatın bir değeri olmadığının en kesin delilidir, çünkü can sıkıntısı hayatın boşluğu hissinden başka bir şey değildir.” Hatta hayat tek başına gerçek bir değere sahip olsaydı can sıkıntısı denilen şeyin var olmayacağı ve hayatın salt bize yeteceğinden söz ederek sözlerini desteklemektedir.

Schopenhauer aslında hayatı yaratan varlığı kabul etmeyip Onun hayattan beklentisinin olmadığını varsaydığından bu ifadeleri realitede olmasa da kendi içinde tutarlıdır. Bediüzzaman Hazretlerinin ise buna karşı bir argüman geliştirdiği görülmektedir. İmanın hayata hayat olmasından bahsederek geçmiş ve gelecek zamanı ışıklandırmasından söz eder. İman ve imanın gereği olan ibadetler hayatın yaratılış maksadı ve gayesidir. Maksada müteveccih olan bireyler hakikî tevhid inancına ulaşarak her şeyde Rabbü’l-Âleminin elini, izini, yüzünü görüp her bir masnuda Onun nakş-ı kalemini temaşa etmekle huzur-u daimi elde etmektedir. Aslında Schopenhauer’un oluşturduğu felsefede insanın yaratılış maksadına ulaşılamamasından, ibadetlerin varlığının kabul edilememesinden kaynaklanan, eylemsizlik durumu ortaya çıkmaktadır. Bu eylemsizlik yani eyleme, harekete geçememe hali kişide doğal olarak bir can sıkıntısı ortaya çıkaracaktır. Bu can sıkıntısı hayatın olağan bir getirisi değil, kişinin hayatı anlamlandıramayıp boşluğa düşmesi ile oluşur. Müslüman bir birey bu duruma düşmemek için âyât-ı tekviniyeyi tefekkür, Kur’ân-ı Kerîm’i tezekkür halinde olmalı, kâinatı bir kitap gibi okuyacak seviyeye gelmelidir.

Can sıkıntısından kurtulmanın çarelerinden biri de huzur-u İlâhî kazanmaya çalışmak olmalıdır. Bu huzur kelimesi dirlik, gönül rahatlığı anlamına gelse de Risale-i Nur bağlamında ele aldığımızda her an Rabbimizin huzurunda kendimizi farz ederek yaşamak ve davranışlarımızı buna göre düzenlemek anlamı taşımaktadır. Huzur-u daimî aslında “Her şeyde Cenab-ı Hakka giden bir yol bulmaktır.” Bu huzur marifetullah denilen Cenab-ı Hakkı tanımak, Onun izini kâinatta sürmek, her an Onun gözetiminde olduğumuzu idrak etmek ile mümkün olabilir. Bediüzzaman Hazretleri “İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Halık-ı Kâinatı tanımak ve Ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve fariza-i zimmeti, marifetullah ve iman-ı billahtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir” diyerek aslında insanın dünyaya gönderilmesindeki maksadı dile getirmektedir.

Elhâsıl; Schopenhaur’un hayatın anlamsızlığı düşüncesi ve buna bağlı olarak can sıkıntısının kaçınılmaz bir sonuç olduğu anlayışı bir Müslümanın düşünce dünyasında yer bulmamaktadır. Müslüman bir bireyin kâinata, hayata, kendine bakış açısı marifetullah üzere olmaktadır. Mü’min imanın şuuruyla kendini bilip, latifelerini tanıyıp, onlara mahsus ibadetler ile hayatını zinetlendirdiği zaman ruhunda can sıkıntısının meydana gelmesine fırsat vermemiş olacaktır.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*