Hazırlan ve “Bir” hedefin olsun!

Hayaller, hedefler, idealler…

Olmazsa olmazlarımız değil mi?

Kısa veya uzun… Hep hayatımızın içindeler.

Sürekli bir çaba, daimî bir hazırlık içindeyiz.

Hazırlanmadığımız vakit neredeyse yok gibi.

Aslında taa en başta, dünyaya gelmeye hazırlanıyoruz. Birileri bizim için hazırlıklar yapıyor da yapıyor. Dünyaya geldiğimiz andan itibaren de hazırlıklar devam ediyor.

“Çocuğu hazırla!”

Bitmeyen bir maraton.

Yemeğe hazırla, gezmeye hazırla, yatmaya hazırla!

Okula gidecek hazırla, oyuna gidecek hazırla!

Üstünü başını hep hazırla!

Bir müddet sonra “hazırlanmalar” devir teslim ediyor, el değiştiriyor.

Haydi bakalım, şimdi sen kendin hazırlan! Kendini hayata hazırla! Hedeflerin, ideallerin olsun!

Meselâ üniversiteye hazırlan!

Üniversitede de hazırlıklar bitmiyor tabiî. Sınava hazırlan! Ödev hazırla, tez hazırla vs…

Sonra iş hayatına, mesleğe hazırlan!

Peşi sıra, aile hayatına hazırlan!

Biter mi dersiniz?

Nerdeee!

Sonra anne olmaya, baba olmaya hazırlan! Arkasından yeni yeni sorumluluklar…

Ve bir vakit gelecek, kaçınılmaz bir “hazırlık” da kapıya dayanacak elbet.

Birileri seni “hazırlayacak!”

Hazır mısın peki?

Aslında en başta, bütün bu hazırlıklar devam edip dururken içimizde bir yerlerde zaten hep “Hazırlanınız!” diye fısıldayan -kim bilir belki de haykıran- ve hiçbir ‘hazırlığımızı’ boşa çıkarmayarak hepsini de anlamlı kılacağını vaad eden bir sese kulak verip, ona göre hazırlanmak lazım değil mi?

Ne diyordu o ses:

“Hazırlanınız! Başka, daimî bir memlekete gideceksiniz. Öyle bir memleket ki, bu memleket ona nisbeten bir zindan hükmündedir.”1

Evet, bütün bu hazırlıkları anlamlı hâle getirecek; hayallerimizi, hedeflerimizi rayına oturtup gerçekçi kılacak bu sese kulak vermemek büyük kayıp olacaktır.

“Biz dini severiz, dünyayı da yine din için severiz” diyen Bediüzzaman, çok esaslı bir mesaj veriyor aslında.

Kendisine “Dünyanın en çok nesini seversin?” diye sorulan bir bilge de, “ahiretini” derken şu hayatta neyin “asla ıskalanmaması” gerektiğini gayet veciz ifade etmiş oluyor.

Dünya elbette çok şey istiyor. Ama ahiret ondan daha çok istiyor. Belki daha yerinde bir ifadeyle, bütün istemelerin ‘kendi adına’ yapılmasını bekliyor.

Evet, sadece bu. Belirsizliklerden hoşlanmayan, net cevaplar bekleyen yanımıza gayet açık bir formül değil mi? Dünyadan nasibimizi unutmayacağız ama merkez noktaya ahireti koyarak… “Hayat-ı uhreviyeyi gaye-i maksat yaparak…”2

Hasan-ı Basrî ne güzel demiş:

“Dünyayı isteyip de ahireti elde edeni hiç görmedik. Ama ahireti isteyip dünyayı da kazananı çok gördük.”

Formül gayet basit aslında.

Ve bir o kadar realistçe.

Dünyanın geçiciliğine göz kapayıp da kendimizi aldatmadan… Aksine gerçekle yüzleşip gereken tedbiri alarak…

Öyle ya, sırf dünya hayatı için hangi hedefi koyarsan koy, sıfır (0) çarpanında paranteze alınmış sayılar gibi hepsi de bir gün yutulmayacak mı? Ama 1 çarpanında paranteze alınmış bütün hedefler, idealler, çabalar elbette değerini bulacak.

O halde, o “1”i iyi idrak etmeli:

“Yalnız Biri iste; başkaları istenmeye değmiyor.

Biri çağır; başkaları imdada gelmiyor.

Biri talep et; başkaları lâyık değiller.

Biri gör; başkalar her vakit görünmüyorlar, zevâl [sona erme] perdesinde saklanıyorlar.

Biri bil; marifetine [ilim, irfan] yardım etmeyen başka bilmekler faydasızdır.

Biri söyle; Ona ait olmayan sözler mâlâyâni [manasız, boş] sayılabilir.”3

Hedefleriniz büyük, ama gerçekten “büyük” olsun dostlar!

Dipnotlar:
1) Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Y. Asya Neşriyat, İstanbul-2022, s. 77.
2) Age, s. 39.
3) Age, s. 248.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*