Kalp ızdırabına nuranî reçete

Yazan kaleme alırken, okuyucu da bunu okurken bir çocuk, annesini kaybetti; bir baba, evladını yitirdi; bir insan, hayat arkadaşına belki de son vedasını dahi edemedi. Bir ev, varlığına alışılmış muhabbet kuşunun ölümüyle yüzleşti. Bir teyzenin muhabbetle beslediği çiçekleri soldu. Bir ihtiyar, köşenin birinde, eskisi gibi olamayan yürümek-koşmak gibi kabiliyetlerinin elinden çıktığının hüznüyle kalakaldı. Bir uzvunun yetmezliğiyle karşı karşıya kalmış bir kimse, gözünün yaşını ‘sağlamlığının’ zevaline akıttı. Bir adam, uzaklara dalarak hayatında şahitlik ettiği tüm eksilmelerden ötesi olan kendi fenasını düşünürken kalbi ve ruhu firak ve zevalin tokadına maruz kaldı.

İnsanın her vakit zevalin ve firakın tokadına maruz kalması meselesini hissediyor muyuz?

İnsan, yaradılışının diğer varlıklardan daha kapsamlı oluşu itibarıyla, var olan her şeyle alâkadardır. Bununla beraber; insanın fıtratına sonsuz bir muhabbet kabiliyeti verilmiştir. Bu sebeple de insan, kâinatın umumuna karşı muhabbet besliyor. Bir çiçeği sevebildiği gibi baharı da sevmektedir. İçinde yaşadığı evini sevebildiği gibi koca dünyayı da kendi evi gibi sevebilmektedir. Fakat insanın alâkadar olduğu ve muhabbetini sarf ettiği varlıklar durmuyorlar, gidiyorlar. Zahirî bir nazarla bakılınca üzerlerindeki zeval ve fena damgaları her an insanın ruhunda yaralar açabiliyor. Yani eşyanın üzerindeki fena damgasının, insanın ruhuna verdiği ızdırabın sebebi; esasında yaratılan varlıklarla muhabbet vasıtasıyla kurduğu alâkadır.

İnsan neden muhabbet besler ve muhabbet beslemek bu acıların asıl sebebi midir?

Risale-i Nur’da muhabbete sebep olan unsurlar özetle şöyle ifade edilir: “sebeb-i muhabbet olan hüsün, ihsan ve kemal…”1

Yani insan ya güzelliğinden ötürü muhabbet besler ya muhabbet ettiği şeyde bir ihsan-iyilik görür ya da bir olgunluk-fazilet-kıymet görür, sever. Burada dikkat edilecek asıl mevzu sorunun ikinci kısmıdır. Muhabbet beslemek, firak ve zevalin bıraktığı acı tesirlerin asıl sebebi değildir. Sebep, kendisinden ziyade o duygunun nasıl anlamlandırıldığı ve nasıl kullanıldığıyla alâkalıdır. Yani firak ve zevalin ruhtaki tesiratının sebebi muhabbetin kendisi değil, insanın muhabbeti neye ve ne şekilde sarf ettiğidir.

Cenab-ı Hak insanın fıtratına sonsuz bir muhabbet yerleştirmiştir. Fakat muhabbetini sarf ettiği varlıkların fânî olması hasebiyle, o sonsuz muhabbetin kıymetiyle uyuşamayacağından; insan, fânî sevdiklerinin fenasından, zevalinden dolayı nihayetsiz elemlere mahkûm olacaktır. Çünkü devamı olmayan şeyde lezzet yoktur. Ve insan, zihninde ebediyet payesi biçmediği bir şeyi sevemez. Basit bir örnekle sağlama yapacak olursak, hayatımızın önemli bir parçası haline gelmiş olan bir telefonun, tasarımını ve diğer özelliklerini çok sevdiğimiz bir üst modelini satın alacağımızı düşünelim. Eğer o sevdiğimiz telefonun çok kısa bir zaman içinde bütün işlevlerini yitireceğine dair bir emare üstünde olduğu halde okunamazsa netice maddî ve manevî zarar olacaktır. Ve o emare görülse dahi o madde ile kalben bir bağ kuramayız. Aslında eşyayla kurduğumuz bağ bu basit örüntüden çok da farklı değildir. Çünkü en nihayetinde muhabbet yoluyla bağ kurduğumuz mahlûklar fena ve zeval damgasını üzerlerinde taşırlar. Eğer eşya üzerindeki fena damgası okunamazsa, kalp ve ruh yara üstüne yara almaya devam edecek ve insanın fânîlere muhabbeti kendi musibetine dönüşecektir ve bu hususta kusuru kendisine aittir. Çünkü insana verilen sonsuz muhabbet, sonsuz güzelliklere sahip bir Zat’a yöneltilmek üzere verilmiştir. Ve insan o kıymetli kabiliyetini su-i istimal ederek kusur ediyor, kusurunun neticesi olarak da firakın azabını çekiyor.

İşte bu kusurdan uzaklaşmanın ve bu yaraların cerrahî bir müdahale ile kapatılmasının çaresi Kasas Suresi’nin 88. ayet-i kerîmesinin mealini ifade eden “Ya Bâkî, Entel Bâkî. Ya Bâkî, Entel Bâkî” olan iki cümledir.

Bâkî olan Allah’tır, hakikî manada varlığı sonsuz olan Odur, Ondan gayrısı fânîdir. Fânî olan, elden çıkan, yitip giden elbette sonsuz bir muhabbete, ebedî aşka lâyık olamaz. Madem o sevilenler fânîdirler, insanı bırakıp gidiyorlar. O mahbuplar fânîlikleriyle insanı terk etmeden evvel, insan onları Ya Bâkî, Entel Bâkî diyerek terk etmelidir. İşte bu cümle birinci defa kalp ve ruh ile zikredilmesiyle birlikte âdeta bir cerrahî ameliyat gibi, insanın kalbine yerleştirmesi nedeniyle, azabını şiddetlendiren fânî mahbuplarından vazgeçip eşya üzerindeki fena damgasını da görmesini sağlayacaktır.

Ya Bâkî, Entel Bâkî cümlesinin ikinci defa zikredilmesi ameliyat sonrası kalpteki yaralara merhem hükmündedir.  “Ey Bâkî olan Allah’ım, madem Senin varlığın sonsuzdur, yeter. Her şeye bedelsin. Madem Sen varsın, o vakit her şey var.”

Çünkü insanın muhabbetini sarf ettiği fânî mahlûklardaki muhabbetinin sebebi olan hüsün, ihsan ve kemal, sıfat ve isimleri sonsuz olan Cenab-ı Hakkın hüsün, ihsan ve kemalinin işaretleri, cilveleri, bir anlık yanıp sönen yansımalarıdır; Cenab-ı Hakkın hüsün, ihsan ve kemalinin çok zayıf gölgeleridir. Dolayısıyla insan muhabbetini evvela Cenab-ı Hakka yöneltmelidir. Cenab-ı Hakkın yarattıklarını da Onun namına ve rızası dairesinde sevmelidir.

İnsanın kalp ve ruhunun; fena, zeval ve firakın ağır yükleri altında ezilmesinin yegâne çaresi bu âlemi yaratan ve yarattıklarıyla kendini tanıttıran O zatı tanımak, rızasını aramak ve muhabbeti hakikî sahibine yöneltmekle mümkün olabilecektir.

“Evet, bütün hakikî saadet ve halis sürur ve şirin nimet ve safi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır.  Onlar onsuz olamaz. Cenab-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envara, esrara, ya bilkuvve ya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhâma mânen ve maddeten mübtelâ olur.”2

Dipnotlar:
1) Lem’alar, s. 30.
2) Mektubat, s. 263.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*