Nasıl ki sıkışınca kapı aralığına parmakları, fena acır canı insanın… Kundurası vurunca da topallayarak yürür hani acıdan. Yahut minik bir aft çıkar dilinin ucunda da konuşamaz acının sızısından. Hızla yürürken serçe parmağını çarpmak vardır bir de kıyı köşeye. Daha pek çok acı var ya, her biri kendi derdince…
Desibeli düşük olan acılar bunlar elbet. Şiddetinden insanı bayıltan acılar var bir de. Düşüncesi dahi beter, sayıp sıralamayalım öyleyse.
Öte yanda “ruhun fiyakası” dediği acılar da var şairin. Hiçbir acı ölçere sığmayan asıl onlar işte. Hiçbir tıbbî ilaçla iyileşmeyen… O acılar ki; büyük küçük demeden, dilediği yüreğe çöküp bir güzel demleniyor önce. Sonrası çorap söküğü âdeta, ızdırap makamından nağmeler…
Acılı yemekler, acıklı filmler, acılı rüyalar derken şakaları bile insanın, acıdan nasibini almaya başlıyor. Ve durum gün gün bir ızdırap sarmalına dönüşüyor ki belki de bu noktada “algıda farkındalık” oluşturmaktan söz ediyor uzmanlar. Acıdan ne öğrendiğini, kaybettiğini sandığında aslında neyi bulduğunu fark etmenin, olgunlaşma sürecinde etkili bir tetikleyici olduğuna dikkat çekiyorlar.
Istakozun tetiği, hop hop eder yüreği
“Bir varmış, bir yokmuş. Masmavi okyanusun derinliklerinde, kızıldan tunca çalan bir ıstakoz varmış. Narin ve yumuşak bir hayvan olan ıstakoz, sert ve genişlemeyen bir kabuğun içinde yaşıyormuş. Mavi okyanusta günler güzelmiş elbet; fakat bir gün ıstakozu tuhaf bir his sarmış. Canı acımaya başlamış; çünkü ıstakoz büyüyormuş. Üstelik büyüdükçe bu sert kabuk, onu daha da sıkıştırıyormuş.
Kabuğun sertliği, ıstakozun kendini fazlasıyla baskı altında ve rahatsız hissetmesine neden olunca, o da bir kayanın altına gizlenmiş önce. Gizlendiği kayanın altında kabuğunu çıkarıp atan ıstakoz, rahatlamış. Ardından kendine yeni bir kabuk üretmeye koyulmuş. Bir süreliğine eski kabuğun baskısından kurtulsa da zaman içinde büyüdükçe, bu yeni kabuk da ıstakozu sıkıp acıtmaya başlamış. Tekrar kayanın altına giden ıstakoz, bu kez kendine daha büyük bir kabuk üretmiş. Günler geçip giderken bu döngüyü devam ettiren ıstakoz, her seferinde kendine yeni kabuklar üreterek büyümeye devam etmiş.”
Bu masalda A.J. Twerski, ıstakozun büyümesine imkân sağlayan tetikleyicinin, onun rahatsızlık duyması olduğunu söylüyor. Bu rahatsızlık hissi, ıstakozun duyduğu acıdan kaynaklı.
“Eğer ıstakozların doktorları olsaydı, hiçbir zaman büyüyemezlerdi.” diyor Twerski masalın sonunda ve sözlerine devam ediyor: “Çünkü ıstakoz kendini rahatsız hisseder hissetmez doktora gider ve doktor ona antidepresan verirdi. Istakoz böylelikle iyi hissederdi; ancak onu acıtan kabuğunu hiçbir zaman çıkarıp atamazdı.”
Ruhumuzda duyduğumuz acı, olgunlaşma zamanının bir işareti olmalıydı öyleyse. Kimi acı eşikleri vardı ki, aşabildiğimizde artık başka birine dönüştürebilirdi bu deneyim bizi. Sert ve dar kabuğundan her seferinde kurtulan ıstakoz, acılarını fırsata çevirebilendi şüphesiz.
Faniden yüz çevirip “Ya Hû!” de
Jungcu psikanalist J. Hollis’in “Yaşamın İkinci Yarısında Anlam Arayışı” kitabından:
“Bilinç, genellikle acı çekme deneyimi ile gelir… Ruh asla sessiz değildir ve acı çekmek, bir şeylerin dikkatimizi çekmek için yalvardığına, iyileşmek istediğine dair ilk ipucudur.” Ne dersiniz? Acıdan umut çıkaran, ruha fırsatlar sunan bir yaklaşım değil mi sizce de?
Daraltan kabuğuyla o hep hayatımızda. Çünkü imtihan devam ediyor. Ruhun ızdırabı demek, bilmem yanlış olur mu ona? Ancak tam da bu ızdırap olmalı ruhu Rabbine riyasız sevk eden. Fânî olandan yüz çevirip, bir yâr-ı bâkîden derman bekleten, gayrısını istetmeyen tam da bu ızdırap olmalı.
Duygularımızın sahibi Sensin Allah’ım. Senin elinde kalplerimiz. Keder ve sevinç içindeyken de bizi yolundan ayırma…
İlk yorumu siz yazın