Özgürlüğün “İstisna” hali

Temel hak ve özgürlüklerimiz arasında yer alsa da fikir hürriyetinin tanımı ve sınırları konusunda tam bir uzlaşıya varılabilmiş değil. Devletin bu özgürlüğün korunmasındaki rolü ve baskı altına alma ihtimali gibi nedenlerden dolayı düşünce özgürlüğü/ifade özgürlüğü siyasî ve sosyal ayağı olan bir konu.

Öğretmenimizin Galileo gibi düşünceleri yüzünden yargılanan bilim insanlarından bahsettiğini hatırlıyorum. Düşünce ve ifade özgürlüğü okulda Orta Çağ Avrupası ve Engizisyon Mahkemeleri üzerinden anlatılır, bu dönemde özgürlüğe, dolayısıyla bilime ve sanata vurulan darbeden bahsedilirdi. İnsanların düşüncelerinden dolayı yargılandığı, fikirlerin sansüre uğradığı çağlar yüzlerce yıl geride kalmış, bugün kimsenin düşüncesini ifade etmekten bir nebze olsun çekinmediği bir dünyada yaşıyormuşuz gibi. Özgür düşüncenin olmadığı yerde bilimden ve sanattan bahsedilemeyeceğini öğrendik belki, ancak diğer taraftan içinde yaşadığımız çağın en özgür, en iyi, en doğru çağ olduğu düşüncesini de içten içe kabul edip daha iyisini aramaktan vazgeçmiş olmalıyız ki “yasak” bugün de hayatımızda farklı şekillerde kendini gösteriyor. Bugün de fikirlerimizi ifade etmekten çekinebiliyoruz. İfade özgürlüğüne devlet müdahalesi halen yabancı olduğumuz bir şey değil.

Siyasî otoritelerin fikir hürriyetine haksız müdahalelerinin yalnız siyasî bir konu olarak ele alınmaması gerekir. Toplum tüm kurumlarıyla bir bütündür. Dolayısıyla siyasî müdahalelerin gereğinden fazla olduğunu düşünüyorsak bunun yalnızca siyasî sebepleri olmadığını idrak etmemiz gerekli. Siyaset kurumunun fikir hürriyetine saygı duyması için halkın fikir hürriyetine saygı duyması gerekir. Kabul edelim ki halk olarak düşünce özgürlüğü ile aramız pek de iyi değil. Hemen hemen herkes düşüncelerin özgürce ifade edilmesi gerektiğini söyleyecektir. Ancak konu biraz daha irdelendiğinde görülecektir ki birçok kişinin ifade özgürlüğü anlayışı kendi düşüncelerinin çok da ötesine geçmez. ‘İfade özgürlüğü olmalı ama…’ diye devam ederiz.

Elbette fikirlerin ifade edilmesinde saldırganca olmaması, zararlı olmaması gibi kriterlerin varlığını savunmak gayet doğal hatta olması gereken bir tepki. Ancak sorun şu ki gerçekten zararlı olanla bizim düşüncelerimize ters olan arasındaki ayrımı yapmak her zaman kolay olmuyor. Her birimizin kaynağını içinde yetiştiğimiz değerlerden alan kırmızı çizgileri var ve ifade özgürlüğünün sınırlarını belirlerken çoğunlukla gerçekten ‘zararlı’ olmasına değil, bu çizgilerin dışında veya içinde olmasına göre hareket ediyoruz. Yani esasında birçok fikre akılla değil duygusallıkla karşı çıkıyoruz. Hürriyet Üstüne1 adlı eserinde John Stuart Mill şu sözleri söylüyor: “Kendilerinin oldukça emin oldukları bir fikrin yanılgı örneklerinden birini oluşturabileceği ihtimalini pek az insan kabul eder.”

Sosyal medya üzerine izlediğim bir belgeselde farklı insanların ve farklı fikirlerin bir araya gelebilmesi düşüncesi ile ortaya çıkan sosyal medyanın, amacının aksine kutuplaşmayı daha çok artırdığından bahsediliyordu. Çünkü insanlar sosyal medyada da gerçek hayattaki gibi farklı olanı değil kendinden olanı görmek istiyor. Sosyal medyadaki linç kültürü bir tarafa, giderek kutuplaşan toplumun farklılıklara olan tahammülsüzlüğü otoritenin fikirler üzerinde baskı kurmasını kolaylaştıran bir etken. Her bireyin yalnızca kendinden olana karşı yapılan haksızlığa/hukuksuzluğa karşı tavır koyması gösteriyor ki aslında haksızlığın kendisine karşı çıkmıyoruz. Yalnızca ‘bizden’ olana haksızlık yapılmamasını istiyoruz. İstediğimiz şey özgürlüğün kendisi değil, “bizim gibilerin” özgür olması. Bir gazeteci yazdıklarından dolayı tutuklandığında, herhangi bir insan sosyal medya paylaşımı yüzünden linç edildiğinde, basına hukuksuz yaptırımlar uygulandığında okuyucu/izleyici kitlesi dışındaki herkes üç maymunu oynuyorsa düşünce/ifade özgürlüğü anlayışımız etrafımıza çevirdiğimiz çitlerin ötesine geçememiş demektir.

Olağanüstünden Olağana

Demokratik ülkelerde ifade özgürlüğünün kısıtlanması genelde terör gibi ülkenin bekasını tehdit eden ya da ettiği düşünülen bir durumla paralel ilerler. Çok da yabancı olmadığımız olağanüstü durumlar düşünce özgürlüğünün kısıtlanması için en meşru zemindir. Zühtü Arslan 2007’de yazdığı bir makalede olağanüstü durumun olağanlaştırılmasından ve bunun temel haklar için oluşturduğu tehlikeden bahseder. Buna göre bu halin devam edebilmesi için bir ‘düşman’ın varlığı gereklidir. Bu düşman algısı hem millî duyguları körükleyerek hem korku hissini diri tutarak başta istisna olan durumun süreklileştirilmesine zemin hazırlar.

“Bu bağlamda baskıcı siyasal kararlarla kitlelerin ‘ulusalcı’ refleksleri arasında karşılıklı bir ilişkinin olduğu söylenebilir. Burada en önemli faktör korkudur. Terör korkusu çok kolayca toplumsal ve siyasal paranoyaya dönüşebilmektedir. Korkunun kaynağının gerçek ya da kurgusal olup olmaması da çok önemli değildir. Önemli ve belirleyici olan algılamadır. İktidarın çoğu kez istisnaî durumun süreklileştirilmesi amacıyla kullandığı ve topluma sistematik bir şekilde pompaladığı korku, sonuçta geniş kitlelerin baskıcı politikalara destek vermesine, dolayısıyla bu kararların meşrulaştırılmasına hizmet etmektedir.”2

Gerçekten de normal şartlarda kesinlikle karşı çıkacağımız baskı veya kısıtlamaları çok farklı şartlar altında kabul edebiliyor, hatta savunabiliyoruz. Bazı şeyler var ki onlar uğruna özgürlük kavramını bir süreliğine kenara koymayı kabul ediyoruz. İnsan hayatı, vatanın bütünlüğü veya geleceğimiz gibi. Ancak burada bahsedilen bunların önemsiz şeyler olduğu değil, gerçekten de tehdit altında olup olmadıkları. Her bir vatandaşın hassasiyetle yaklaştığı bu ve benzeri konular korku duygusunu körüklemek için biçilmiş kaftan. Bu nedenle görece daha baskıcı bir siyaset anlayışının kutuplaştırıcı bir dil ile varlığını sürdürmesi muhtemel denilebilir.

Farklı dönemlerde farklı şekillerde fikirler bastırıldı, yasaklandı, sansürlendi. Sonra bu fikirlere ne oldu? Hatta daha genel bir soru sorarsak: Yasaklanan düşüncelere ne olur?

Genel kanı ve gözlemler gösteriyor ki yasaklanan düşünceler yasaklayanların umdukları gibi ortadan kalkmıyor. Bir fikri, ifadeyi ya da oluşum süreçlerinden herhangi birini yasaklamak, onu bir nevi bastırmak, yer altına itmek anlamına geliyor. Bu da normal şartlarda barışçıl yollarla tartışılabilecek, hatta belki bir süre sonra unutulacak bir fikrin şiddet gibi daha farklı şekillerde ifade edilmesi ihtimali demek. Bunu bir tarafa bıraksak bile yasaklanan bir fikir yanlış da olsa doğru da olsa eleştirilerek çürütülemediği için cazip hale gelecek ve ona olan yönelim daha da artacaktır.

Mill aynı kitabında düşüncenin susturulmasını insan ırkına karşı işlenen bir haydutluk olarak tanımlıyor ve şöyle devam ediyor: “Bu sadece o düşünceye katılanlara karşı değil, aynı zamanda o düşünceye katılmayanlara karşı da bir soygunculuk anlamına gelir. Şayet düşünce doğru ise insanlar yanlış olanı doğru olan ile değiştirme imkânından mahrum edilirler. Şayet yanlış ise, o zaman da onlar hemen hemen aynı derecede büyük bir faydayı, yani gerçeğin yanlışlıkla çarpışması sonucunda daha açık ve net biçimde anlaşılmasını ve daha canlı bir etki yaratması fırsatını elden kaçırmış olurlar.”

Dipnotlar:
1) John StuartMill, Hürriyet Üstüne, 2003
2) Zühtü Arslan. Türkiye’de İstisna Hâli, Terör Ve İfade Özgürlüğü. TBB Dergisi, Sayı 71, 2007

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*